kelime manası olarak;
yaşam süresidir. yaşam süresi; doğum - ölüm arası kadardır. yani yaşamaktır.
fakat
yaşamak o kadar değil. o kadar basit değil.
çok düşündüm. yıllarca böyle basit, gündelik kullandığımız kelimelerin aslında neyi ifade ettiğini, ne hissettirdiğini çok düşündüm.
kendimce nitelendirdiğim kelimelerden ikisi:
hayat ve
ömür oldu. ömür de gündelik kullanımda hayatla aynı görevde kullanılır.
ama ömür; yaşanmışlıklar olmadan yaşanan zamandır. birini severken ömrünüz geçmez ya da nefret ederken...
hiç bilmeden.. madden olan ne varsa elle tutulan, ömürdendir.
ömür; ölüme daha yakındır, uyku gibidir. yarı ölümdür.
hayat ise; içinde duygu barındıran en ufak şeyde geçer. hayatın en büyük ve güzel yükü maneviyattır. umut, sevgi, nefret, öfke, pişmanlık, utanç vs. sabahlara kadar örneği verilebilir iki kelime.
hatta çoğu zaman, kurduğumuz cümlenin gidişatına göre bu ikisinden birini seçeriz. ama bilincimizde ayrımları pek yoktur.
(bkz: birkaç aylık ömrü kalmış) -
(bkz: hayat dolu bakıyordu)
dün öğleden sonra çıktım evden, mezarlığa doğru yürüdüm. pazartesi gününe göre neredeyse hiç trafik yoktu, hatta çok az insan vardı yol boyunca. şaşırdım. elimde iki menekşeyle yürümeye devam ettim. ben dedelerimden birini hiç görmedim. ben doğmadan iki yıl evvel vefat etmiş. onu hep, hakkında anlatılanlar kadar bildim ve sevdim. ötesi olmadı.
diğer dedemi de 25 ocak'ta kaybettik. onunla beraber büyümüştüm. üstelik birbirimizi de çok severdik. fakat 3 yıldır hastaydı. yani daha önceleri de tansiyonu falan vardı ama 3 yıldır ağırdı durumu. hayatımda verdiğim en kıymetli sözleri ona verdim.
özellikle son 1 yılda onun hep ömründen, ailenin geri kalanınınsa hayatından geçti...
menekşeleri, onlara emanet edip suladım. dualarımı okudum ve çıktım. hava pırıl pırıldı tabii mevsimler hep şaştı ya ondan galiba.
insanın kendine verdiği sözleri bozması kadar kolay, olağan şey yoktur. gitmemeye söz verdiğim bir kafeye gitmek istedi canım. yolu da biraz uzattım. mesele yürümek olunca, hiç üşenmem. sokak arasında top oynayan 11-12 yaş ortalamasında çocuklar gördüm. olduğum yerde çömeldim izledim. yaşanan bir şey vardı ortak paydada. gözleri hiçbir şeyi görmüyordu. iki taş koymuşlardı kale diye, kaleye de en tıknaz olanlarını geçirmişlerdi :) onlar beni görmedi zaten ben de oyunlarını bölmek istemedim. yolu daha da uzattım. kafeye varana kadar; birkaç esnafla selamlaştım, tekeri patlayan bir şoföre yardım ettim. en sonunda kafeye ulaştım, her zaman oturduğum masa olan 18'e geçtim. sigaramı yaktım. mezarlıktan çıktıktan sonra başlayan ve masa 18'e oturuncaya kadar iç sesimce tekrarlanan cümleler şunlardı:
''insan endişe etmezse küçük hesaplara kapılmaz.
birçok işi bir anda yapmaya çalışmazsa, her an ne yapacağını unutmaz. bütün kötülükler dalgınlıktan çıkıyor.
iinsan nerede olduğunu, ne yapmakta olduğunu her an bilmeli.
mesela ben şimdi kahvedeyim, bunu uzun uzun düşündüm,
hikmet sen kahvedesin dedim kendime, çayını içtin dedim, parasını ödeyeceksin dedim.''
aranızda muhakkak bilenler vardır,
oğuz atay'ı pek severim. ezberim de iyidir. içinde bulunduğum kendine saldırgan ruh halimi ancak onun dizelerinde buluyorum. kendime saldırgan olan bu ruh halim; maalesef zararı sadece bana vermiyor. aslında çoğu zaman biliyorum bunun nasıl işlediğini ama hissel davranamıyorum. davranamıyordum. iyi ya da kötü değil, sadece
yaşamak adına daha fazla dikkat edeceğim artık.