bugün
yenile

    paradoks

    3
    +
    -entiri.verilen_downvote
    iş yerinden çıkıp da otobüs durağına doğru koşar adım yürüyüp son otobüse yetişmeye çalıştığım o gece yağmur, asırlar öncesinde kaybettiği savaşın intikamını alırcasına, bütün ordularını toplamış istanbul’a savaş açıyordu. düşen her yağmur damlası bir şeyler söylüyor gibiydi sanki. büyük bir melodi tutturmuşlar da hep bir ağızdan onu mırıldanıyor, caddeden tek tük geçen otomobillerin su birikintilerinde çıkardığı sesler de bu senfoniyi tamamlıyordu. yağmur damlalarının hınç içinde yüzüme yüzüme çarpmasına aldırmıyor, beni bu saate kadar tutan patronlarıma, otobüs durağını bu denli uzak yere koyan yetkililere durup dinlenmeden küfrediyordum. ciğerlerimde biriken nemli nefesler bile lanet ediyordu her şeye, ağzımdan çıkarken normalinden daha büyük buharlar çıkıyordu, adeta ateşi henüz sönmüş ejderhayı andırıyordum ıslak kaldırımların ortasında. durağa vardığımda metal oturakların üzerinde bir kadınla karşılaştım. saçları savaşın etkisinde kıvır kıvır olmuş, uçlarından şehadete ulaşmış, minik, tuzlu ve hafif jöleli yağmur damlaları iniyordu. kıpırdamadan sağına doğru bakıyordu kadın. sanki orada değil de rönesans döneminde bir tablonun orta yerinde oturuyordu. saatime baktım, yağmur damlaları onu da işgal etmiş, on dakika önce son saniyesini vermişti. “acaba otobüs geçti mi?” sorusu beynimin içinde dört dönmeye başladı bir anda. zira o otobüse binemezsem sabaha kadar sokakta kalacaktım. bir an dönüp kadına saati sormaya niyetlendim, sonra biraz çekindim. çünkü gerçekten bir heykeli andırıyordu o an. metal bir tahtta oturan bir kraliçenin ölü bedeni gibiydi; ruhu dört kıta ötede bir prensin kucaklarında olan… “otobüs daha gelmedi, merak etme.” dedi kadın yüzüme bile bakmadan. akabinde ensemden giren yağmur damlası ayaklarımı yerden kesti. gözlerimin yerinden bir müddet kaçıp gittiğini hissettim. “lan acaba sesli mi düşündüm ben?” diye sordum kendime. “şey… saatim, su almış o yüzden durdu. ben de tam size otobüsün gelip gelmediğini soracaktım.” dedim ürkek bir tavşan yavrusu edasıyla. “tahmin ettim.” dedi. bunu dedikten hemen sonra ruhu tekrardan akıp gitmiş gibi oldu, sağına bakmaya devam etti, ben de bir sigara yaktım. bir sigara da kadına uzattım. yüzüme baktığında ise bu sefer benim ruhum bedenimden uçmuştu. bir anda, yağmur dinmişti sözgelimi, ılık bir meltem çok uzak denizlerden gelip saçlarıma, burnuma, ceplerime dolmuş, oradan da karşımdaki kadının masmavi gözlerinden akıp dudağının kenarına yerleşmişti. “teşekkür ederim…” “rica ederim.” ben ömrüm boyunca böyle güzel teşekkür eden birini daha tanımamıştım. sanki teşekkür etmiyor da kurak yaz gününde arkadaşlarına suyu bulduğunu haykırıyordu bu mavi gözlü serçe. “ismin ne?” “ahmet. sizin?” “ahmet… çok hüzünlü gelir bana bu isim.” “bilmem, hiç düşünmedim.” “hüzünlü değilsin yani.” “değilim sanırım. yani, ne bileyim.” “hiç aşık oldun mu ahmet?” “hayır…” sohbetin bu denli hızlı gelişmesi beni bir hayli şaşırtmıştı. geldiğimden beri caddenin en uzak noktasına doğru sus pus bakan bir kadın, ikinci cümlesinde bana aşık olup olmadığımı sormuştu. “ne güzel…” “bence kötü. aşk güzel bir şey olmalı zira.” “aşk hüzne aşıktır ve aşıklar genelde hüzünlü olurlar.” “onun da kendine has bir ruhu vardır ama.” “evet, her gece yarın neden yaşayayım sorusuna cevap arar durursun.” yağmur olanca şiddetiyle kentin kalelerini vuruyordu. adını bilmediğim ama kendimle ilgili en önemli şeyi açık ettiğim bir kadınla, ne zaman geleceği meçhul bir otobüs bekliyordum. yüzüne bakmaya çekinmeye başladım tekrardan. zira her göz göze gelişimizde başım dönüyor, ağzım kuruyor ve karşı koyamadığım bir “ah” nefesi birikiyordu ciğerlerime. tüm bunlara rağmen inanılmaz bir mutluluk hissediyordum. midemde bir çocuk bağıra çağıra salıncağa biniyordu adeta. aşık olmuştum işte. o izleyip izleyip saçmalığından yakındığım filmlerdeki adamlar gibiydim. “peki” dedim sigaradan son nefesimi yağmura teslim edip, “sen hiç aşık oldun mu?” “hem de her gece…” dedi. midemdeki çocuğun bindiği salıncağın zincirleri kopmuştu bir anda. şakaklarımda terler birikmeye başlamıştı. “her gece…” diye tekrarladım içimden, “nasıl bir kadın her gece bir erkeğe aşık olabilir?” “aklından orospu olduğum geçti mi?” diye sordu birden. düşündüm, gerçekten geçmemişti orospu olduğu, sonra orospu olması mantıklı geldi ve neden orospu olduğunu düşünmedim diye kendi kendimi sorguladım. “hayır, ama…” o esnada otobüs gelmiş ve durağın yanında kapılarını bana açmıştı. kafam bir hayli bulanmıştı, yağmur da gittikçe şiddetleniyor, sanki bütün bunların müsebbibi benmişim gibi yağdıkça yağıyordu. “e haydi, otobüse binelim.” dedim. “sen bin.” dedi yüzünde zerre duygu kalıntısı bırakmadan. “ama bu son otobüs, ne yapacaksın sabaha kadar burada?” diye sitem ettim. “bu kentte hiç aşık olmamış ve geç kalmış bir sen mi varsın sanıyorsun?” dedi, “anlamadım.” dedim, “haydi” dedi, “otobüs gidiyor.” şoförün homurtuları arasında otobüse binip arkaya doğru ilerledim ama gözüm kulağım duraktaydı. kafasını yine sağına yatırmış bir yerlere bakıyordu kadın. o esnada otobüsün arka camından bir adam gördüm, koşarak otobüse yetişmeye çalışıyor ve el kol hareketleriyle bir takım hareketler yapıyordu. otobüs ise ağır aksak ilerliyor, durak ve adam gittikçe uzaklaşıyordu. adam, otobüse yetişemeyeceğini anlayınca durağa girdi, önce kadına, sonra saatine baktı. ve muhtemelen saati durmuştu. (bkz: alıntı) (bkz: hikaye)
    ... diğer entiriler ...