bugün
yenile

    asosyal sözlük kürsüsü

    3
    +
    -entiri.verilen_downvote
    bütün günlerim havanın kararmasını bekleyerek geçiyor. her ne kadar karamsar dursam da kendi içimde çoğu zaman iyimser olmaya çalışan, çoğunlukla pozitif görünen bir insanım. dış dünyaya söylediğim gibi çoğu zaman kendime de yalanlar söylüyorum. ama vallahi de billahi de bunu bile isteye yapmıyorum. i̇nsan bazen kendinde olan bazı özellikleri görmezden geliyor ve bunun farkına bile varmıyor. bu bir çeşit nevroz mu emin değilim. nevroz daha belirgin sınırları olan bir şey. oysa burada insanın kendi kimliğiyle olan savaşının belirsiz ve örtülü bir yanı var. ortada yok saydığın bir şey var ve sen bunun varlığından bile haberdar değilsin. daha açık bir örnek vermek gerekirse; pedofillerden nefret eden, her seferinde pedofilinin çok kötü bir şey olduğunu kendine hatırlatmak zorunda hisseden iyi niyetli ve kendisinin farkında olmayan pedofil insanların olduğunu düşünüyorum. bu insanların kendilerine yapacağı en iyi şey önce pedofil olduklarını kabul etmek olacaktır. dış dünyaya söylediğim yalanlar açığa çıkmasın diye savaş verirken kendime söylediğim ve asla farkında olmadığım yalanları da açığa çıkarmaya harcıyorum enerjimi. güneşten pek haz almadığımı fark ettim. hatta ne haz almaması? düpedüz nefret etmeye başlamışım enseme enseme vuran güneşten. bunu kabullenmek biraz zamanımı almış olabilir. evimize ilk defa kamera girdiği zamanlar bir gece sabaha kadar güneşin doğmasını bekledim. hava hafiften aydınlanmak üzereyken de dama çıkıp gün doğumunu kayda almak istedim kamerayla. çok heyecanlı bir geceydi. sabah güneşinin o ihtişamına dair deneye dayanmayan bir hayranlık besliyordum. 1 saat boyunca güneşin doğuşunu bekleyip kayda aldıktan sonra elde ettiğim sonuç tam bir fiyaskoydu. hiç de öyle hayal ettiğim gibi hayranlık uyandırıcı bir deneyim değilmiş gün doğumu. keşke kayda almadan önce kendi başıma bir izleseymişim öncesinde. elimde küçücük ekrandan dakikalarca güneşin doğuşunu izlemeye çalışıp sonra belli belirsiz bir ışık patlamasının getirdiği körlük dışında hiç de bir numarası yokmuş. şimdi geriye bakınca daha anlamlı geliyor. ben eskiden aydınlık günlere daha çok inanıyormuşum. güneşe olan nefretim fıtri bir karanlık ruhlu olmaktan kaynaklanmıyormuş. tam olarak deneyime dayanan bir davranış biçimiymiş bu. güneşin o kadar da bir numarası olmadığını, dünyanın en sıradan doğa olaylarından olduğunu, zaman zaman tat kaçıran bir kibre sahip olduğunu anladığım için vazgeçmişim aydınlık günlerin ihtişamından. bu beni o kadar da karamsar yapmaz. karanlık ruhlu da yapmaz. ve sen; benim ruhumun kara olduğunu söyleyen bir insan olarak canımı sıkmıyorsun kendini küçültüyorsun sadece. neyse darlandım, hava da karardı. bir çay demleyeyim öyle devam edeceğim. az daha gelemiyordum. bu konuşmayı bir şekilde bitireceğim. zaten hayatımda her şey yarım bırakılmış enkazlardan ibaret en azından bir şeyleri bitirebiliyor olduğuma kendimi ikna etmiş sayılırım böyle ufak tefek zaferlerle. bugün ilk defa, bir şiiri okurken sıra dışı bir heyecana kapıldım. tam olarak nedenini bilmiyorum bu arada. i̇çimde şiirden ve içinde bulunduğum durumdan bağımsız bir coşku belirdi. sebebini hala çözdüm sayılmaz gerçi ama değişik bir duyguydu. geçmiş günleri ve gelecek günleri düşünüp tanımlayamadığım bir heyecana kapıldım nabzım falan yükseldi hatta. lan dedim noluyoruz, iyi saatte olsunlar. şiir "gece yarısını yaşamaktan yorgunum" diye başlıyordu. ve şiirin bir yerinde şöyle diyordu; benim bu çektiklerimi bir çocuk var ki anlıyor kendimi yerden yere vuruşumu, içimdeki zehiri bir çocuk var ki anlıyor benim gibi kahroluyor odasında şiirlerim fukara mumlar gibi yanıyorlar i̇şte buna okurunu seçmek deniyor sanırım. ben eğer bir yazar olsaydım ben de böyle düşünürdüm. ben de bir yerlerde var olduğuna inandığım bir çocuğa yazardım ne yazacaksam. birileri anlasın muhakkak diye çığlık çığlığa değil, karanlıklar içinde bir çocuk, fısıldasam bile anlar diye yazardım. attila i̇lhan... seni gerçekten çok sevmişim. ve neden sevdiğimi daha iyi anlıyorum. seninle ilk tanıştığımda daha da toy bir çocuktum. odamda alev almıştı "aysel git başımdan" şiirin. şiirle de, seninle de adam akıllı ilk karşılaşmam olabilirdi o. yalnızlık konusunda da çok çekincelerim var. yıllardır yine yanlış yorumladığımı düşünmeye başladım. ben hep yalnızlığın bir lütuf, bir fırsat, bir lüks ve en önemlisi bir tercih olduğunu düşünmüştüm. hala bu fikirlerimden ayrı düşmüş sayılmam ama tam da öyle değil galiba. yalnızlık benim için bir koza evet. kendi dünyamın özgün kurallarını oluşturduğum ve gerçek dünyaya çıkarken kuşanacağım zırhlarımın inşa edildiği bir kozadan ibaret ama o kadar da tercih edilmiş bir asliyet yok burada. benim galiba zaten pek fazla seçeneğim yok bu konuda. yalnız olmak biraz da ben olmak gibi bir şey. benim başka bir şekilde yaşamam o kadar da kolay değil. topluma karışmam için toplumun bileğini bükecek enerjiye sahip olmam lazım ki bu mümkün değil. ya da boyun eğmem gerekir ki bunu da kendime yakıştıramıyorum. benim insanlara, insanların bana tahammül etmesi o kadar da kolay değil. eskiden bu konuda tam tersini düşünürdüm. i̇stediğim her an ve istediğim kadar insanlara tahammül edebileceğimden emindim. şimdi ise hiç öyle gelmiyor bana böyle şeyler. birilerini bana maruz kalmasını haksızlık olarak görmeye başladım. sırf kendi egolarım için yalnız kalmayı tercih ettiğim bir dönemden diğer insanlara iyilik olsun diye yalnız kalmaya evrildiğimi hissediyorum. dışarıda bana ihtiyacı olan insanların sayısı her geçen gün azalıyor. zarar vereceğim insanlar ise hep daha çoklar. benim bu dünyaya vereceğim hiçbir şey kalmamış. alacaklı olmaktan da arlanıyorum artık. benim yalnız olmak dışında ikinci bir seçeneğim yok. kafamda bir tasarı olarak var olan dünyanın bu dünyada bir karşılığı yok. teorilerimin işleyeceği her hangi bir düzlem yok. en azından gerçek dünyada... bu dünyanın bana vereceği hiçbir şeyi arzulamıyorum, dünya ise hiçbir zaman bende olan şeyin eksikliğini hissetmedi. bu denklemde insanın kendi kozasını örmesi kaçınılmaz bir durum. şiirde söylüyor bunu; "ben ki cehennemde bir allah gibi yalnızım" dehşet verici bir ifade bu. allah'ın mevcudiyeti cehenneme hapsolunmuş insanların umurunda bile değildir. artık hüküm verilmiştir. ne bir şey arzulamak anlamlıdır, ne onun yüceliğiyle meşgul olmak akla gelir. hükmü verilmiş bir tutsak için adaletin tecellisi tesirsizdir. çünkü artık tüm mahkemeler hükümsüzdür. bazen neden buraya yazdığımı düşünüyorum. neden yazdığımı az çok biliyorum mesela. yazmak da bende gizlenmiş olanı ortaya çıkarmaya yarıyor. zihnimiz bize sürekli oyunlar oynuyor. ne kadarını ortaya çıkardığımız hep bir muamma. yazmak bu konuda filtre görevi görüyor. çoğu zaman yazdıkça yazdığım şeylere şaşırıyorum hatta. buradan örnek vermek gerekirse şu entrylerin benden çıkmış olmasına hala zaman zaman şaşırım: (#1962780) (#1916453) ya da şunun: (#2297106) hani birisi size uzun uzun içini döktüğünde kelimelerinin arasından ufak tefek ipuçları yakalarsınız ve kendi kendinize "haa bu biraz da böyle bir insanmış" demeye başlarsınız yavaş yavaş. birini tanımak biraz da böyle bir şeydir. savunmasız anlarında verdiği açıklardan boşluklarını doldurursunuz. birisiyle aşk da yaşasanız, iş de yapsanız, yola da çıksanız insanlar eğer tetikte yaşıyorlarsa onları yeterince tanıyamazsınız. gardlarını düşürdükleri küçük anları yakalamanız gerekir. o küçük boşluklardan sızan şeyler daha çok bilgi verir insana. öbür türlü her zaman sana sunulan maskelerle yetinmek durumundasınızdır. yazarak bunu kendi kendime yapıyorum. kendi yazdığım şeylerden kendimde gizlediğim şeyleri bulabiliyorum zaman zaman. yazmak bu işe yarıyor: varlığından haberdar bile olmadığın şeylerin ortaya çıkmasına olanak tanıyor. yazarken daha az düşünerek hareket ediyorum. daha savunmasız oluyorum. an geliyor, seni çok iyi anladım diyebiliyorum. kendimi zaman zaman ele veriyorum. sırf bu yüzden ara ara kendi yazdığım şeyleri okuyup sırıtıyorum. çünkü birçoklarının fark etmediği küçük detayları fark ediyorum kendi dilimde. ama mesela neden burada yazmak? bunları kağıtlara da yazabilirim. ya da herhangi bir word dosyasına. hem buralarda yazmak çoğu zaman oto sansürün işlediği bir iç dökme eylemi oluyor. bi saattir yazıyorum ve aslında görünürde hiçbir şey anlatmıyorum, açık etmiyorum. kimsenin de okuduğu falan yok. eee burayı word dosyasından ayıran ne? buna da var mı bir cevabın? burada yazmak, ya da herhangi açık bir platformda sansürlü de olsa yazı yazmak başka bir amaca hizmet ediyor. kendimi iyi hissediyorum. elimden geleni yaptığımı düşünmeme sebep oluyor. çünkü biliyorum. gün gelecek birileri benden hesap soracak. neden diyecek, neden tek başına? bunlardan beni niye haberdar etmedin diye sitem edecek birileri. birileri kızacak, birileri darılacak. birileri soracak; nasıl sağlıklı kalabildin diye. "çığlık atmadan nasıl durabildin" diye sorulursa eğer onlara bir şeyler uydururum muhakkak. ama kendi kendime uydurduğum şey tam da bu; ben yazmıştım aslında. kimsenin umurunda olmadı. i̇mdat! dedim. kimse dönüp bakmadı. kimse durumun ciddiyetini kavrayamadı. herkes, herkes gibi davrandı. bana benden başka çare bırakılmadı diyeceğim kendime. küçük bir sansür var burada. size söylemiştim; yazarken daha savunmasız oluyorum diye ve yine söylemiştim kendime söylediğim yalanları açığa çıkarmak için çaba harcıyorum diye. anlaşıldı mı? herkes, herkes gibi davrandı. ne hoş; cehennemde bir allah kadar yalnızım. ne hoş.
    1şu entiriyi ilk gördüğümde uzunluğuna bakarak dedim ki bi insan yorulmadan nasıl bu kadar şey yazabilir . ama okurken nasıl bittiğini anlamadım. şu cümleleri kuran o güzel yüreğinden öpüyorum sevgili yazar. - icert_earty 14.01.2020 21:44:49 |#3770845
    1teşekkürler. - devriksekiz 14.01.2020 21:58:45 |#3770846
    0:) - icert_earty 14.01.2020 22:02:12 |#3374527
    ... diğer entiriler ...