bugün
yenile

    tesirsiz parçalar

    3
    +
    -entiri.verilen_downvote
    yıllar önce, bu tabiri yıllar sonra kullanacağımı biliyordum ihtimal vermesem de, evet yıllar önce annemin kullandığı pedallı dikiş makinasının küçük ahşap çekmecesinde iğneler, renkli iplikler ve bir yüksük vardı. yıllar sonra araba kullanamamaktaki beceriksizliğim o pedallı dikiş makinasının pedalına basmayı beceremediğim zaman belliymiş. benim bunu anlamam otuz yıl aldı. yine de o makinanın ahşap küçük çekmecesi hiç çıkmadı aklımdan, daha doğrusu o yüksük çıkmadı. dikiş dikerken iğne parmağına batmasın diye, parmağının ucuna taktığın o demir parçası var ya, o yıllar daha yeni yeni okumaya başlamışım, içinde beyaz atlı, parlak zırhlı şovalyelerin olduğu masal kitaplarını. o yüksük o kadar parlak değildi ama zırhı gibiydi annemin parmağının. dikkatle çekmeceden çıkarır, küçük işaret parmağımın ucuna yerleştirirdim. sonra tırmanır oturma yeri kahverengi kumaşla kaplı sandalyeye kahramanlıklara koşardım. o yıllar bir kadın peşinden gitmek saçma geldiği için daha çok zor durumda kalanlara yardıma gitmeyi hayal ederdim. sonra büyüdüm sanırım, yardım etme kriterlerim kadın bedenine sığmaya başladı. sonra yüksük gibi zırhalara da ihtiyaç duymadan siper ettim gövdemi hayasızca akınlara... bu gönülllü tercihlerimin geri dönüşleri hayasız sabahlamalara neden oldu başka bedenlerde... - bir yazar var, yazdıkları seninkilere çok benziyor, kullandığınız kelimeler, yaptığınız vurgular, umursamazlığınız, aynı derece de takıntılarınız. seninle ilk konuşmaya başladığımda o olduğundan şüphe etmiştim. -bahsettiğin adamı tanımıyorum, adını bile duymadım daha önce. eğer haklıysan okumak da istemiyorum. bana benzeyen insanları sevebileceğimi sanmıyorum çünkü. -kendini sevmiyor musun? -sevmeli miyim? -sorularıma soruyla karşılık vermeni sevmiyorum! -bu benimle sevişmene engel olmadı hiç bir zaman. -ne kastediyorsun! -yani beni seviyorsun diye ben de kendimi sevmek zorunda değilim. birlikte olma kriterlerimizde böyle bir madde yok. -hah işte! o yazarla konuşuyor olsaydım buna benzer bir cümle kurardı. -seninle seviştikten sonra mı önce mi? -pislik yapıyorsun! -tamam kızma hemen. adı ne bu yazarın? yarın dışarı çıkınca kitabını alırım. ... şu an masanıza bıraktığım, aldığım ikinci kitabınız. haklıydı kadın. benim gibi yazıyormuşsunuz. bugün buraya gelmeyi düşünmüyordum. muhtemelen akşama kadar yataktan çıkmayıp, sıradan hayatıma yeni karmaşalar eklememek için asgari çaba gösterecektim. çabalarımın karşılığı olarak da bir kaç film izlemek ödülüm olacaktı. şimdi neden buradayım? nasıl geldim? o kadını aylardır görmüyorum. bugün buraya geleceğini biliyordum ama dün gece yaptığımız tartışmadan sonra beni görmeyi ne kadar çok istese de uayndığında bana gel demedi. gelme! de demedi. farketmez dedi sadece... sanırım bu cevabın ne kadar can yaktığını bilirsiniz. biliyor musunuz? sessizce gözlerimin içine bakıyorsunuz, sanırım bu biliyorum demek oluyor. aylarca özleyip, kokusunu düşleyip, teninin sıcaklığını hatırlamak için iki kat fazla örtünmenin yetmemesini de biliyorsunuzdur. bunu onaylamak için gözlerimin içine bakmanıza gerek yok. bazen kimseye belli etmeden yutkunursunuz ya, fark etmemiş gibi yapıyorum şimdi. neyse... ertesi gün, itiraf ediyorum çok gönüllü olmasam da kitabınızla karşılaşınca o büyük kitapçının raflarının arasında gezerken aldım. satırlarınızı okudukça kendimi buldum gibi klişe laflar etmeyeceğim şimdi ama kadın haklıydı sanırım. bu haklılığı sinirlerimi bozdu çünkü hanüz benim yazmayı akıl etmediklerimi, benim kelimelerimden daha güçlü şekilde anlatıyordunuz. kitabinızı okumam sanırım iki saatimi aldı ki benim gibi okuma meraksızı biri için rekor sayılabilir bu süre. uzun süre başka kitap okumadım. işin tuhaf yanı uzun süre yazamadım da... ne zaman bir şeyler yazmaya başlasam sanki sizden kopya çekiyor gibi hissettim kendimi. hayır, tabi ki hayatı boyunca kopya çekmemiş, dürüst ve çalışkan bir öğrenci olmadım ama yine de bu kopya çekiyormuş gibi hissetme hadisesi canımı sıktı. yazdıklarımı bitirmeden sildim. bugüne, yani şu an'a, kitabınızı imzalatmadan hemen önceki zamana gelmeden önce, bir kaç gün öncesine dönmek istiyorum. ilk kitabınızı okumanın üzerinden aylar geçmişti. yeni bir kitaba hazırım diye düşünürken, kardeşimin evindeki kitaplığı incelemeye başladım. yüzlerce kitap arasından gri üzerine beyaz harflerle yazılmış 'tesirsiz parçalar' kitabınızı gördüm.. tabi ki sizin kitabınız olduğunu bilmiyordum. her nasılsa diğer kitapların arasından .çekip aldım ve okumaya başladım. bu sabah buraya gelmeyi düşünmediğimi daha önce söylemiştim. evde de duramazdım. kitabınızı yanıma alıp sokağa çıktım. ilk otobüs durağına gidip bekleme başladım. hangi otobüsün geleceğini, gelen otobüsün nereye gideceğini bilmeden bekledim. beklerken kitabınızı okudum. ifadeleriniz, an'larınız, anlattıklarınız kimi zaman gülümsetirken, bir an da sarsıp yakalarımdan sorgular gibi beni zorluyor, gözlerime dolan yaşları dışarı bırakmam için baskı yapıyordu sanki. otobüs geldi, numarasına bakmadan bindim. en arka koltuğua geçip oturdum programlanmış bir robot gibi, gözlerimi satırlarınzdan ayırmadan. çok geçmeden montumun sağ cebindeki telefonun titreşimini hissedince elime alıp baktım. o arıyordu. açtım. nerede olduğumu ne yaptığımı sordu, geçiştirecek cevaplar verdim. geçiştirici cevaplar verme konusunda sanırım sizin kadar ustayım. neyi kastettiğimi anladığınızı dudaklarınızdaki muzipçe gülümsemeden anlıyorum. bu geçiştirme mevzuundaki ustalığımdan rahatsız olup özlediğimi fısıldadım. inmek için düğmeye basınız uyarısını dikkate alıp otobüsten indim ve beni ona götürecek başka bir otobüse bindim. çok kolay olmuştu. bu kolaylıkların yan etkileri olabileceğini yeterince yaşayıp tecrübe etmiş biri olarak hazırladım kendimi hayatın sürprizlerine. her zaman olduğu gibi hayat, ne kadar hazırlıklı olsan da seni şaşırtmak konusunda ihtisas yapmıştı. milyarlarca insanı her defasında şaşırtabilmek ancak ona yakışırdı, kendine yakışanı yaptı. otobüsten indiğimde yolun diğer tarafında özlediğim kadın, bu tarafında ben ve aramızda yüz küsür insan birbirine girmiş, karşıya geçebilmek ne mümkün. düşünsene, aradan vızır vızır arabalar geçiyor, bir üst geçit var, geçidin diğer tarafında özlediğin kadın, geçidin üzerinde bir sürü gereksiz saçma sapan insan ben geçeyim sen geçme kavgası yaparken benim önümde birikmiş baraj kurmuş. üstelik dokuz metre on beş santim kuralını hiçe saymışlar gibi bir adım ötemde. çıldırmamak elde değildi, ellerimi cebime sokup, özlediğim kadının olduğu tarafa baktım uzaktan. sakince başka bir otobüse binip geri döndüm. kalabalık olmayan bir durakta inip karşıya geçtim ve yol boyunca yürüdüm. özlediğim kadının yanına yaklaştığımda, üstgeçidin üzerindeki salak insanlar hala ben geçeyim hırsıyla oldukları yerde bekliyorlardı. gülümsedim, geçtim... o'na o kadar yakın olup, enlem ve boylam olarak yakınlık bahsettiğim, hissettiğim uzaklığın coğrafi karşılığı yok. varsa da ben o coğrafya derslerine girmediğim için şu an tarif edemiyorum. öyle bir yakınlık ve uzaklık arasında, aynı aptal kalabalığın arasında sürüklenircesine, kendimi akıntıya bıraktım. üstüne üstlük kadını aradığımda ısrarla açmıyordu telefonunu. beynimi kemirmeye hazır kıskançlık tilkileri kan kokusu almış gibi beni köşeye sıkıştırıyordu. sonunda konuştuk, görüştük... bilirsin, dünyaya çarpmak üzere olan bir göktaşı vardır ve tüm ülke bilim insanları bir araya gelip çözüm ararlar. buldukları çözüm son anda dünyayı felaketten kurtarır filmlerini. kurtulan insanlar birbirine sarılır mutluluk gözyaşları vss... film biter. yanındaydım. ve zaman son düzlükte atağa kalkmış safkan ingiliz atı gibi tüm gücüyle koşuyordu. umursamamaya çalıştım. usulca eğilip saçlarını kokladım. biraz daha sokuldum yanına. sarıldım. ellerimi ellerinin arasına aldığında akrep ve yelkovanın hareket hızını hiçbir rasathane tarih boyunca kayıt etmemiştir eminim. önceki gecenin tüm o şiddeti, o karmaşası, fırtınası, yanardağ patlamaları onun kollarının arasında national geografic belgesli kıvamına bürünmüş, etrafını yakıp yıkmadan sönmüştü. o'nun yanında olmanın iyileştirici etkilerini şimdi sana anlatmaya kalksam, sırada bekleyenlere ayıp olur, ben susayım, sen anla... o'na ayrılan zamanın sonuna öyle çabuk gelmiştik ki, artık gitmem gerekiyor dediğinde, daha sarılmadık bile diyemedim, sarıldım. daha doya doya öpüşmedik bile demekle vakit kaybetmemek için öptüm dudaklarından. hani derler ya dünyanın en mutlu erkeği bendim diye sevdiği kadınla birlikte olanlar, hepsi yalan! benden mutlusu henüz benden haberi olmadığı için kendini mutlu sanıyor. ayrıldık sonra. kendime geldiğimde binlerce insan ve kitabın arasında buldum kendimi. arasında kaldıklarımın taşıdığı anlamların büyüklüğüne saygısızlık etmek istemem ama beni buraya getiren hiçbiri değildi. sosyal sorumluluk taşıyan her türlü eyleme katılan bir aktivistin bir kadına aşık olup tüm erdemlerinden vazgeçmesi gibi bir durumdu sanırım yaşadığım.tamam, abarttım ben hayatımın hiçbir döneminde öyle bir aktivist olmadım, ama olsaydım da onun için dönek olmayı kabul ederdim bu da yalan değil. o'ndan ayrılınca ilk hissettiğim açlıktı. kapitalist düzenin kamçıladığı ve karaborsanın kanımızı emmek için fırsat kolladığı bir yerde açlığımı bastırmak için fahiş fiyatla satın aldıklarımı yerken duvarda asılı ekranda adınızı gördüm. şu salonda kitabını imzalıyor gibi bir yazı akıp geçti gitti. önce umursamadım. sonra aklıma kitabınızın yanımda olduğu geldi. okuduğum kitapları yazarlarına imzalatmak gibi bir kaygım ya da isteğim olmadı hiç ama yaşadığım günün tuhaflığının bitmediğini hissedince o kalabalık ve karmaşık mekanda sizi kolaylıkla bulacağımı hissettim. hissettiğim gibi de oldu. hayata bu yüzden çok küfrediyorum. hissettiğim gibiler her zaman bu kadar kolay gerçekleşmiyor. yemeğimi yedikten sonra yerimden kalkıp, o hengamenin arasından sanki nereye gittiğimi biliyormuş gibi kendimden emin adımlarla hatta, yolumu kapatan nereye gittiğini bilmeyen insanlara söylenerek hızlı adımlarla yürüdüm. bir itiraf daha. sizi tanımadığım için sizin siz olduğunuz anlamak için kitabınızı imzalatmak için sırada bekleyenlerin ellerinde tuttukları kitaplara baktım. benim çantamdakiyle aynıydı, 'tesirsiz parçalar'... şu an yanınızda olmam, bugün beni buraya getiren hayatın amacının ne olduğunu hala bilmiyorum. bazen akışına bırakırsın kendini ya, genelde hayat bizi hep akışında sürükler ne kadar müdahale etsek de. sanırım bu da böyle birşeydi. adımı sorduğunuzda anlatmak istediklerim bunlardı. ne adımı söyledim, ne anlattım... bir 'teşekkür', bir 'kolay gelsin...' yetecek gibiydi. yetti sanırım. neden anlatmadım? anlatsaydım sizin için yüzlercesinden biri olacaktım diye belki de, kendime sakladım. anlatsaydım, anlardınız. bir gün 'muhabbetle' imzasız bir günde buluşacağız. o kadın, ben ve benim gibi yazan bir adam olarak...
    ... diğer entiriler ...