bugün
yenile

    varoluşçuluk

    3
    +
    -entiri.verilen_downvote
    "siz hiç doğar doğmaz annesiz ve babasız kalmış, hayata kimsesiz olarak başlamış insanları kıskandınız mı?" 4 ay önce yazdığım bir yazıda bu cümleyi kurmuşum. açıkçası ruhsal atmosferimi en iyi anlatan bir metafor olduğu kanısındayım. aslında bu metaforu tamamen bireysel olarak ben oluşturdum. çalmadığıma dair kimseyi şu noktada ikna etmem imkansız. ancak benzer metaforlara değinen varoluşçular varmış. :/ gelicez oralara. (#1962780) şu an yazdığım yazıda yeri gelirse 4 ay önceki yazımdan alıntılara da yer verebilirim. zira orada ifşalamışım esasında kendimi. madem sözlükte kimse kalmadı üzerime rahat bir şeyler alıp yazmaya başlayabilirim galiba. burada anlatacaklarım doğrudan varoluşçuluktan ziyade çelişkili bir gözün çerçevesinden varoluşçuluğun bir yorumudur. burası önemli. burada felsefe tarihinden bahsetmiyorum. etkilendiğim doğrudur ama doğrudan doğruya 20. yüzyıl varoluşçuluk akımını anlatmayı düşünmüyorum. varoluşçuluk özünde teizm ile aslında açık bir şekilde çelişir. çelişmek zorundadır. aksi iddia edilebilir ancak bana kalırsa çelişir. ben ise varoluşçuluk ile teizm arasında sıkışıp kalmış çelişkili bir bünyeye sahibim şu an. bu durum ise yeni başlamamıştı eski çok eskilere dayanan bir farkındalıktı. henüz daha ne albert camus'yu bilirdim o zamanlar, ne frederich nietzche'yi bilirdim. varoluşçuluğu ilk hissettiğim zamanlar ailemin beni insanlara tanıtırken o yıl gideceğim liseden bahsetmeleriydi. o zamanlar elif şafak okurdum. fark etmez. sartre'ın sonradan bahsettiği o bulantıyı o zamanlar da hissediyordum. i̇ç gıcıklatan, rahatsız edici bir şeyler vardı. hayır burada ailemi sorgulamıyorum. gideceğim okul bambaşka bir okul olsa durum yine değişmezdi. sorun benliği tanımlama biçimleriydi. hem beni, hem kendilerini tanımlama biçimleriydi. magazinel bir örnek vermek gerekirse gülben ergen denilince aklımıza gelen "üç çocuk annesi" imgesinin gelmesi ya da kendisi tarafından sokuşturulması da olabilir. bunlar yıllarca birikmiş olan "bulantılar" aslında. neyse biz devam edelim. en temel felsefe kitaplarında bile sartre'ın bilinen bir sözü terimleşmiştir. sofie'nin dünyasında bile geçer bu söz. "varoluş özden önce gelir." bu sözün temeli aslında insanın benliğini oluşturan öz'den önce olmuş olan şey varlığın kendisidir. varoluşçular bu anlatımı sartre'ın ağzından açarken insan dışındaki tüm var olan şeylerin doğası gereği var olmasından bahseder. sadece vardırlar. doğaları evrenseldir. ancak insan burada varoluşunun ardında belirli bir "doğal"ı bulunmayan canlıdır. i̇şte albert camus'nun ve diğer tüm varoluşçuların (heidengger hariç) yabancılaşmasının temelinde yatan sebep budur. i̇nsanın bir rutin doğası yoktur. (insan canlısı inanılmaz bir canlı. i̇nanılmaz hem de!) yani basit bir örnek vermek gerekirse bir yavru ceylan doğduğunda yapması gerekenler daha ilk andan belirlidir. ekstrem doğa koşulları onu etkilemez ise aşağı yukarı gidişatı açıktır. daha ilk andan itibaren ata bireylerini "taklit ederek" doğasına kavuşur ve rutini aksatmadan ata bireylerine yetişir ve orada kalmak zorundadır. bu o ceylanın ontolojik zorunluluğunun sonucudur. i̇nsanda ise doğal bir öz yoktur. i̇nsanın kavgası biraz da buradan gelir. ontolojik kısıtlamaları görece daha az olan ve subjektif manada özgür bireylerdir. kendi hikayesinin mimarlarıdır. şimdi gelelim işin en civcivli bölümüne. varoluşçuluk için de geçerli olan ama aslında felsefi terim dışında "var oluşun" en temel gereksinimi "tanrı'yı öldürmektir." bundan çok eminim. tanrı'nın öldürülmesi... inkar edilmesi, yok sayılması falan değil doğrudan öldürülmesi zaruridir. niçe de aslında bu sözü kullanırken ne dediğini biliyordu. kendisini tanıyan, okuyan insanlar da ne dediğini biliyordu. çeşitli aforizmik sıçmıklar ile facebook ahalisi götlerinden element uydurarak sözü farklı yerlere çekiyor olması işin aslını değiştirmiyor. tanrı'nın varlığı ya da yokluğu ile ilgilenilen alan felsefenin başka bir koludur. burada tanrının ontolojisiyle doğrudan ilgilenilmez. tanrı yargılanmaz, tanrı sorgulanmaz. doğrudan öldürülür. i̇şte teizm ve varoluşçuluk çelişkilerim aslında burada başlıyor. başta alıntı yaptığım entry (#1962780)'i başkası yazmış olsa ve ben okusam yazık derdim. sıkışmışlığın doğurduğu çelişkilerimden ötürü hayıflanırdım. sartre okumuş olsaydı o entryi acırdı muhtemelen halime. en az kendisine acıdığı kadar acırdı halime. orada her ne kadar çelişkili konuşmadığımı söylesem de yazı bütünüyle baktığımda büyük çelişkilerle dolu. bunu öz eleştiri olarak söylemiyorum. durumun getirdiği sonuç bu çünkü. zaten neden çelişkili olduğunu, ne yapmam gerektiğine dair çok şeye değinmişim tekrara düşmek istemiyorum. o yazı doğrudan varoluşçuluk manifestom olarak ortaya çıkmamıştı. aslında o sıkışmışlığımın resmiydi. doğrular ile doğruların bir noktada çelişmesinin dayanılmaz ağırlığıydı. evet doğrular doğrularla zaman zaman değil çoğu zaman çelişirler. peki tanrı neden öldürülmek zorundadır? sorumluluk almaktan nefret ediyorum demiştim orada. aslında bahsettiğim bireyci sorumluluklar, insanın kendi doğurduğu sorumluluklar değildi. sürecin doğurduğu zorunlu sorumluluklardan bahsediyordum ben orada. i̇şte bu var oluşun önündeki en büyük engellerden bir tanesiydi. bu engel de kendi içerisinde ayrılıyor ve önemli başlıklarından bir tanesini de tanrı başlığı işgal ediyordu. tanrı varmış yokmuş mesele değildi aslında. i̇nsanoğlunun kendi özünü yakalaması ve kendi hikayesini yazabilmesi için öncelikle tüm üstüne atılmış değer yargıları, ahlak yasaları ve tüm geride kalmış suni etiketler yıkılmalıydı. anne, baba metaforu da bundan kaynaklanıyordu. freud baba figürü ile kavga ederken aslında bahsettiği hakim paradigma, iktidar, güç imgesiydi. o bu kavramlara karşı bir varlık mücadelesinden bahsediyordu. ben ise "siz hiç doğar doğmaz annesiz ve babasız kalmış, hayata kimsesiz olarak başlamış insanları kıskandınız mı?" cümlesini bu yönüyle kurgulamamıştım asla. daha çok rahatsızlık uyandıran etiketlerdi. beni tanımlayan soy adımdı mesela. falancanın oğlu olmak birey olabilmenin önündeki ciddi engellerdendi. var oluşu tamamlamak adına engel teşkil eden bir etiketle gelmiştim dünyaya. hayatım boyunca insanlar tarafından "taşınması hoşa giden bir çanta" olarak tanımlanmış olmaktan hep kaçtım, hep nefret ettim mesela. i̇nsanlar öz olarak senden değil, çerçeveden beklentiler içerisine girdiler her zaman. kadınlar da böyledir mesela? sendeki öz ile çok ilgilenmezler. bunu sadece materyalist bakış olarak değerlendirmiyorum elbette ama seni isterken senin diğer insanlara vaad ettiklerinle ilgilenirler. etiketlerinle ilgilenirler. yeri gelir karizmanla, yeri gelir yakışıklılığınla, yeri gelir paranla/gücünle, yeri gelir başka bir "gösterilecek" etiketinle ilgilenirler. aslında insanlar ruh eşini falan aramazlar dostum. lütfen kabul et artık bunu. i̇nsanlar genellikle yanlarında taşımaktan hoşnut olacakları "çanta" beklentisi içerisindedir. benim eşim çok iyi kalplidir, çok zengindir, çok yakışıklıdır, çok samimidir, yatakta çok iyidir vs... benim çocuğum çok başarılıdır, çok çalışkandır, çok zekidir vs... burada bahsedilen eşin, çocuğun aslında kim olduğunu ve ne işe yaradığını bulunuz! neyse... ırklar da benzer duruma sebebiyet veriyordu. ve hatta çalıştığınız meslekler bile... her hangi bir varlığı iraden dışında kendinle ilişkilendirmek insanın kendini tamamlamasında engeldir. ülkemizde bu durum çok bariz öne çıkar mesela. i̇yi bir ailede doğan, iyi eğitim alan, iyi okullarda okuyan bir insan çıkıp iyi bir doktor olmuş olabilir. hastahanesinde karşılaştığı hademeye küçümseyici gözlerle bakarak; "ben doktorum" diyebilir. alt metinde "ben" doktor olmuşken sen hademesin! şeklinde bir alaycı tavra bürünebilir. burada o doktora sorulması gereken ilk soru bence şu olmalıdır; doktor olan gerçekten "sen" misin? başka şartlarda, faydasını ya da zararını gördüğün tüm etiketlerden sıyrılmış olduğun anda gerçekten "ben" dediğin şey olabilmen ne kadar mümkündür? i̇şte kendinle ilişkilendirdiğin şeyler benliğini oluşturur. varoluştan sonra kendisinin mimarı olması gereken "öz"e ulaşırken bu öz gerçekten beklenilen öz müdür? doğru öz bu mudur? i̇raden dışında seninle ilişkilendirilen tüm her şey bu öz'e gerçekten sahip olmanın önündeki büyük engellerdir. birey olabilmek bu yüzden bu kadar önemliyken, birey olmanın önündeki engellerde bu yüzden mühimdir. sahip olduğun ailen, sahip olduğun imkanlar, bulunduğun sosyokültürel ortam, inandığın değerler, üstüne yapışan ahlak yasaları, tanrı inancı, tanrı kavramının tüm getirileri... tüm hepsi insanın varoluşunun engelidir. en önemlisi varoluşu manipüle edecek etkenlerdir. i̇şte bu "doğru"lar tüm varoluşçuları yabancılaşmaya itmek zorunda kalmıştır. toplumdan soyutlanmak durumunda kalınmıştır. tüm varoluşçular ya da bunun sancısını çeken insanlar esasen bu yüzden yalnızlığı seçmek zorunda kalmışlardır. i̇nsanın "gerçek" manada kendini tamamlayabilmesi, buna gerçek manada ikna olabilmesi, gerçekten "kendisinin" bu hikayeyi yazabilmesi ağır ve sancılı bir süreç doğurmuştur. marjinallikten çok realizmin doruklarıdır bana kalırsa. tatlı, soyut, beyaz yalanlara ikna olmamak realizmdir. teizm bu denklemde kendine çok ama çok zor yer buluyor. gerçekten zorlanıyorum ben. o verdiğim yazıda nasıl zorlandığımın sinyallerini az çok vermişim. ancak teizm bana göre varoluşun "doğru"larının yanında ona arıza çıkaran başka bir "doğru"dur. can sıkıcı nokta da bu işte. özellikle islam... i̇nsanın birey olması islama doğrudan ters bir durum değildir. hatta bir yönüyle bireycilik önemlidir. ama bir yönüyle de tokat atar sana. önce birey olabilmenin gücünü gösterir sonra sağlam bir şamar atarak işaret eder diğer insanlara. bak der senin varoluşun islam ile tamamlanacak, bu insanlarla tamamlanacak. kuranın genelinde zaten böyledir. i̇nanılmaz bir denge vardır. çelişki değil denge vardır. sınırlar çizilmiştir. doğrular da birey olarak görebileceğin ölçektedir. bu çok önemli. görebileceğin doğrular vardır. bu noktada tüm her şeyi yıkıp yeniden inşa etmek mümkünse bile tamamen marjinal bir mimari eser ortaya çıkarmak bir diğer doğruların üzerini çizmektir. tanrıyı öldürmek fikri çok romantik ve iddialı gözükse de aynı zamanda da rasyonaliteden uzaktır bir yönüyle. çünkü tanrıyı öldürmek bir başka doğrunun üzerini çizmek demektir. varoluş ve islam arasında sıkışmış bir hammal gibiyim. omuzlarımda ağırlıklarını hissediyorum. peki bu noktada ne yapılmalı? bilmiyorum.
    ... diğer entiriler ...