bugün
yenile

    whiplash

    4
    +
    -entiri.verilen_downvote
    Selam, ben geldim. Birtakım şeyler anlatacağım burada. Whiplash benim en sevdiğim filmlerden bir tanesidir. Hatta benim ritüel filmlerindendir kendileri. Ne zaman herhangi bir konuda yılgınlığa düşsem biraz motive olurum belki diye açar bu filmi izlerim. İki saat önce yine yaptığım gibi. Ben bu filmi neden seviyorum? Bateri çalamam. Caz müzikten katiyen anlamam. Müzik kulağım bile yoktur benim. Müzikle ilişkim popüler kültür seviyesindedir. Neden dönüp dolaşıp bu filmlere takıyorum kafayı? Bu sorunun cevabına sevdiğim başka filmlerle ortak noktalarını arayarak ulaşacağım. Ben bu filmi izlerken müzikmiş, bateriymiş, cazmış hiçbiri aklıma gelmiyor, umurumda olmuyor. Bu filme tutulmamın tek bir sebebi var: Tutku. İnsan hayatı katlanma üzerine kuruludur. Sınıf ve medeniyet gözetmeksizin her kesimden insanın derdi tasası budur: Hayata katlanmak. Bunun için de belli başlı bazı silahlarımız var işte elimizde. Sevgi, dostluk, paylaşma, aşk, cinsellik, para, şöhret, sanat, aile gibi. Bence yaşama katlanmamıza yarayan ve tüm bunları çekilir kılan en mühim faktörlerden bir tanesi de tutku. Tutku, bir şeylerle baş edebilmemizi sağlıyor. Benim bu filmlerde, bu hikayelerde dibimi düşüren şey insanların bir olgu olarak tutku ile olan ilişkilerini ele alıyor olması bence. Başarı ya da disiplin değil aradığım. Ne münasebet. Başarı son derece göreli bir şeydir. Disiplin ise zaten kendi içinde epey rezil bir şey. Ben buradaki tutkuya hayran oluyorum. Filmde Fletcher götün teki. Kahramanın başa çıkması gereken iblislerden sadece bir tanesi işte. Bu filme bakınca yüksek disiplin güzellemesi falan görmüyorum. "İngilizcedeki en zararlı gelime 'goodjob' kelimesidir" diyor mesela Fletcher. Bu filmin ana fikri değil. Bazıları filmi bu şekilde anlıyor, ben öyle anlamıyorum. Şöyle veya böyle, her şart ve koşulda hayat acıdır ve acı getirir. Tutku ise acıyla başa çıkmamızı sağlar, ona göğüs germeye yarar. Bu yüzden çok güçlü bir silahtır zaten. Film de tamamen bunu anlatıyor zaten. Adrew koroya ilk katıldığında Fletcher'ı koronun başında ilk kez gördüğümüz bir sahne var. O stüdyoda dünyanın en iyi müzisyenleri yetişiyor. Hepsi zehir gibi çocuklar normalde. Ama Fletcher içeriye girdiğinde bir 10 saniyelik bir bölüm var. Bütün müzisyenler korkudan başını bile kaldıramıyorlar. Hepsi tir tir titreyerek işareti bekliyorlar. Adrew da seyirci de bu durumu ilk defa görüyor ve beraberce şaşırıyoruz buradaki yüksek disipline. Fletcher bu filmde; acıyı getiren oluyor tam olarak. Göğüs gerilmesi, başa çıkılması ve yenilmesi gereken acıyı temsil ediyor. Acı insanı ilerletir ama tek bir koşulla, tutkuyla. Murat Gülsoy diye bir yazar var. Hiçbir kitabını okumadım. Birkaç yıl önce postmodernizm üzerine yaptığı 3 saatlik bir sunumunu izlemiş ve kendisine hayran kalmıştım. Ondan sonra da internette ne kadar röportajı ıvırı zıvırı varsa yaladım hepsini. Yazar olmakla ilgili başına gelen bir anıyı anlatmış bir yerde. Yarım yamalak da olsa aklımda şu an. İşte kadının birisi geliyor. Murat Bey, diyor. Ben yazar olmak istiyorum. Bunlar da yazdıklarım işte. Sizce ne yapmalıyım? Murat Gülsoy da epey munis gözüküyor ama anlattığına göre gelen kadının yazdıklarına hiçbir şekilde bakmadan tek bir tavsiye veriyor kadına: Bırakabiliyorsanız bırakın yazmayı. Çünkü diyor bu iş böyle bir iş. Hiçbir şekilde bırakamayacak kadar istiyorsanız yapabilirsiniz. Yoksa hakkından gelinecek bir şey değil. Bırakabilecek olanların denememesi gereken bir şey. O yüzden bırakabilenler baştan bıraksın. Tutku yani. Tutku yoksa hiçbir şeyden zevk alamıyorsunuz, çünkü hiçbir şeyi dünyadaki tek meseleymiş gibi yapamıyorsunuz. Tutku olmadan yaşamaya çalışmak canavar gibi motoru olan bir arabayı iterek seyahat etmeye benziyor. Black Swan filmine bayılıyorum. Benim ne işim olur baleyle falan? Ama film bu tutku meselesinin mükemmeliyetçilikle birleşerek hastalıklı bir seviyeye gelişini anlatıyor. Benim için muhteşem bir film. İnto the wild yine başka bir ritüel filmlerinden bir tanesidir. Oysa dağ bayır, doğa moğa hiç de o kadar ölüp bittiğim şeyler değil. Yalnızlık meselesini ele alsak film zaten yalnızlığın ne kadar boktan bir şey olduğunu anlatıyor. Ben bu filme de bakınca tek bir şey görüyorum: Tutku. Tutkuları uğruna yerleşik anlayışa baş kaldırıyı görüyorum. Tutunamayanlar romanı sanıyorum üzerine en çok tez yazılan Türk romanlarından bir tanesidir. Hakkında çok spekülasyon ve overreading var kabul ediyorum. Benim de bu çeşit bir okumam var açıkçası. Tutunamayanlar'ı bir gözüm de şöyle okuyor; Turgut Özben ve Selim Işık karakterleri aynı adamın iki ayrı kişiliğini oluşturur. Selim intihar eder. Turgut'un Işığı söner. Çünkü Selim'e ihanet etmiştir. İçindeki ışığı söndürmüştür. Tutunamayanlar romanı Turgut'un kaybettiği benliğini aramasını da konu eder. Yitirilmiş tutkuların, inkarın, isyanın ve vazgeçişlerin arayışıdır o roman. Selim de Turgut da bir dönem hayata aynı yerden baksalar da Turgut Selim kadar ileri gidemediği ve kendi benliğine ihanet ettiği için Selim yalnız kalmış tutunamamıştır. Cesur Yeni Dünya da bir tutku romanıdır: Tutkunun toplumsal işbirliğiyle katline yapılmış bir hicivdir. Tutkusuz ve acısız bir dünya. Romanı okuyacaksanız böyle okuyun derim. Peki ben bu hikayeleri çok tutkulu bir insan olduğum için mi seviyorum? Hayır, keşke öyle olsa amına koyim ya. Ben baş edemiyorum, katlanamıyorum, tutunamıyorum. Tutkunun çok güçlü bir motor olduğunu biliyor ama içimdeki tutku ateşini yeterince iyi körükleyemiyorum. Her seferinde acıya tekrar yeniliyorum. Ben aslında düpedüz tutku yoksunluğu yaşıyorum. İşin kötüsü tutkunun nasıl bir his olduğunu da bilecek kadar deneyim ettim. Bir şeylere tutkuyla bağlandığın zaman nasıl da her şey daha anlamlı, daha lezzetli geliyor biliyorum. Bir miktar bildiğim için çoğu zaman bunun yoksunluğunu yaşıyorum. Bazen keşke hiç tutkuyla karşılaşmasaydım diyorum. Çünkü bu uyuşturucu gibi bir şey. Her seferinde daha büyük bir yoksunluk çekiyorsun her seferinde kolların bacakların kafan daha bir ağır gelmeye başlıyor. Tutku seni aşırı yükseltiyor, bulutların üstüne çıkartıyor ama sonra elini bir bıraktı mı hiç görmediğin kadar dibe düşüyorsun. Tam bir bağımlılık ilişkisi yani. Ondan sonra her şey eskisinden daha katlanılmaz oluyor, eski günleri arıyorsun. O gücünün kuvvetinin son damlasına kadar kullanıldığı yüksek anları arıyorsun. Baş edemiyorsun. Bir kurtarıcı bekliyorsun ama o kurtarıcının da kendinden başkası olmadığını biliyorsun. Gerekli gücü bulana kadar... Acıya yeniliyorsun. Çünkü tutkunun olmadığı bir hayatta acıyla baş etmek için yeni bir gerekçe üretemiyorsun.
    ... diğer entiriler ...