bugün
yenile

    mevlana

    1
    +
    -entiri.verilen_downvote
    Mevlana ve Şems ile ilgili ilk kitabı okuduğumda uzun zaman etkisinden çıkamamıştım. Her ne kadar çoğu kitap sitesi okuduğum kitabın diğer Mevlana ve Şems konusu içeren kitaplardan daha niteliksiz olduğunu yazsa da. Bilmiyorum sanırım ilk olduğu için beni çok etkilemişti. Birbirlerine duydukları o muazzam aşkı Şems'in gözünden okumuştum. "Gözlerimin siyahında dans eden dostumun hayalini gör." Çünkü ben namı diğer Şems-i Tebrizi, namı diğer Kâmil-i Tebrizi, namı diğer Şems-i Perende'ydim.Ben gezgin bir derviştim ki, ömrümü o büyük sırrı bulmaya adayayım, buldukça yeniden kaybedeyim, kaybettikçe eskisinden daha büyük bir tutkuyla yeniden peşine düşeyim. Ben gezgin bir derviştim ki; Tanrı sırrını bulmak için yakaladığım ipucunun peşinden günler geceler boyunca yürümüş, çölün sıcağına, dağın sert rüzgârlarına dayanmış, Konya'nın sarı düzlüğüne inmiştim. Bana muştulananı görmek, bana vaat edileni bulmak, yıllar süren hasreti dindirmek için. Onu bana vaat eden demişti ki: "Aradığın sevgili herkesin gözünden saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş can, Belhli Sultanü'l-Ulema Baha Veled'in oğlu Muhammed Celaleddin'dir." Ben de, onu, bana vaat edene demiştim ki: "Ey göğü ve yeri yaratan, ey kadir ve mutlak olan. O sevgilinin mübarek yüzünü bana göster!" Onu, bana vaat eden demişti ki: "Buna teşekkür borcu olarak ne verirsin?" Hiç düşünmeden uzatmıştım boynumu. "Başımı!" Onu, bana vaat eden demişti ki. "Mana budur işte. Aşk budur. Aşkın tek bedeli vardır, o da candır. Ölümle kutsanmayan aşk, aşk değildir. Bundan böyle Baha Veled'in oğlu Muhammed Celaleddin sana helaldir. Git ve onu bul. Git, onu bul, ama bize verdiğin sözü de unutma." Onu, bana vaat eden böyle deyince, silkindim kalktım yoksul odamdaki eski seccademin üzerinden. "Bizim her sözümüzde bir hikmet vardır" deyişine uyarak düştüm yollara. Ama hep engeller girdi araya, dağlar, denizler, şehirler, medreseler, dergâhlar, insanlar. Uzadıkça uzadı ayrılık. Ve onu bana vaat eden hatırlatmak için andımı, bir kez daha karşılaştırdı bizi. Şam şehrinde bir vakit, kendini bilmez halkın arasında kendimi bilmez bir halde gezerken, bir el dokundu elime. Baktım renksiz giysiler içinde ışıklar saçan bir beden. Baktım, Baha Veled'in oğlu Muhammed Celaleddin. Ellerimi avuçlarının arasına aldı, "Ey dünya sarrafı beni anla" diye fısıldadı. Yekpare bir kayaya dönüşmüş gibi kımıldayamadan öylece kaldım karşısında. Bir kez daha açtı mübarek ağzını. "Ey mana âleminin sarrafı, beni bul" diye fısıldadı. Hoş kokulu ılık nefesi yüzümün pasını sildi, gözlerimin yorgunluğunu aldı, tenimi bahar yağmuru sonrası tazelenen gül yaprakları gibi dinçleştirdi. Onun yüzü, onun sözleri bir çocuğa çevirdi beni, ruhumu yudu arıttı, saflığımı mübarek kıldı. Bu hoş rüya âleminden gözlerimi açıp da kendime gelinceye kadar, o güzel yüzlü, güzel sözlü Tanrı dostu kaybolup gitmişti. Ama artık kaybolup gideni bulma vakti gelmişti. Bana vaat edilen yerine gelmeliydi ki, verdiğim sözü tutmam için yaşanacak olaylar da ardı ardına sıralansın. Heyecanını yitiren bu dünya yepyeni bir manayla yeniden çoğalsın. Gözlerimi Pembe Füruşan Medresesi'nin yönüne çevirdim ve bekledim. Bekledim çünkü bize "Gözlerimin siyahında dans eden dostumun hayalini gör." denmişti. Bekledim, çünkü bize vaat edilen güzel dost, Muhammed Celaleddin bu vakitlerde verdiği dersi tamamlayarak Pembe Füruşan Medresesi'nden ayrılıp bu yoldan evine gidecekti. Beklerken bir gölge düştü yüzüme. "Allah'ın huzuru ve saadeti üzerine olsun." Baktım, önünde durduğum bakırcı dükkânının sahibi. Sağ elimi kalbimin üzerine koyarak hafifçe öne eğildim. "Allah'ın bereketi ve zenginliği de senin üzerine olsun." Bakır kalaylamaktan kararmış eliyle dükkânın önündeki iki küçük ahşap kürsüden birini gösterdi. "Ayakta dikilme yabancı, gel şöyle otur." Onunla gevezelik edecek vakit değildi. "Misafirperverliğin için sağ ol" dedim edeplice. "Ama oturacak halim yoktur. Beklediğim gelmek üzere." Gülümsedi, ablak yüzünde derin bir bıçak kesiği gibi duran ağzı aralandı, alttan ikisi eksik sarı dişleri çıktı ortaya. "Ayakta durursan daha mı tez gelecek sanırsın beklediğin?" Belli ki tecrübesiz bir seyyah sanmıştı beni. Adam azarı hak etmişti doğrusu, yine de anlayacağı dilden konuştum. "Tez gelmez elbet." dedim ben de gülümseyerek, "Ama eğer gösterdiğin kürsüye oturursam onu beklemenin zevkini seninle paylaşmış olurum. Oysa o zevk sadece bana bahşedilmiştir." Kirpiksiz, Moğol gözleri merakla ışıldadı. Eyvah, bu zevzek peşimi bırakmayacaktı. "Kimdir acaba beklediğin?" "Ben de bilmiyorum" diye tersledim, "Geldiğinde öğreneceğiz kim olduğunu." Onunla eğleniyor muydum? "O nasıl iştir öyle, kişioğlu kimi beklediğini bilmez mi?" "Aklını başında taşıyan, kimi beklediğini bilir, ama aklını gönlüne hapseden, kimi beklediğini nereden bilsin." Bakırcı kahkahalarla gülmeye başladı. "Sevdim seni yabancı" diye söylendi. "Eğlenceli adamsın vesselam." "Sen daha eğlencelisin ama farkında değilsin." Onu övüyor muydum, yeriyor muydum, anlamamıştı. Canı sıkıldı. "Var git artık yabancı" dedi suratını asarak, "Suyun üstüne nakış çizdiğin yeter. Oyalama, var git buradan." "Gidemem" dedim kararlı bir tavırla. "İstesem de yapamam. Dükkânının önü de, dükkânın da, sen de, ben de, şu gökyüzünde ışıldayan güneş de, hepsi onu bekliyor. Herkes, onun için burada bulunuyor." Kirpiksiz çekik gözlerin öfkeyle parladığını gördüm. "Bre densiz" diye gürleyecek oldu, birden bakışları uzakta bir noktaya takıldı, söyleyeceği sözleri gizlemek istercesine yutkundu. "Bre divane, git belanı benden bulma..." Baktığı yöne döndüm ve onu gördüm. Geliyordu. Bir katırın üzerine binmişti, başında gösterişsiz bir sarık, sırtında koyu renk ince bir cüppe vardı. Ağır ağır ilerleyen katırın üzerinde hafifçe öne doğru sallanıyordu. Etrafı yedi kişilik genç bir mürit topluluğu tarafından çevrilmişti. Ona bir zarar gelmesinden korktukları için mi, yoksa onun nurlu yüzünden biraz daha istifade etmek için mi, bilinmez katırın adımlarına ayak uydurmuş, şeyhlerinin etrafında dönerek ağır ağır ilerliyorlardı. Bizim sinirli bakırcı ustası, Tanrı'nın saklı sevgilisi Muhammed Celaleddin'i görünce kötülükten düşmüş, küfrünü içine gömmüştü. Beni unutmuş, küçük bir kovuğu andıran ağzı hayranlıkla yan yarıya açılmış, Konya'nın en mübarek evladının önünden geçişini izliyordu. Onu saydığımı bilsin diye, ayrılırken omzuna dokundum. "Gördün mü işte geldi beklediğim, onu görmeseydim, onu beklediğimi nereden bilecektim?" Biçare bakırcının dur demesine fırsat vermeden katırın önüne attım kendimi. Yedi müridin yedisi de dikildi karşıma. "Kimdi bu kara keçeler giymiş, kara saçlı, kara sakallı, kara gözlü adam? Eğer gönlü de karaysa, giyitleri, teni, saçı sakalı gibi, vay halimize" diyerek genç bedenlerini duvar ettiler pirlerinin önüne. Celaleddin durgun ve duru bir su gibi sakindi. Şöyle bir baktı yüzüme, bir nur şavkıdı geçti günün ortasından. Celaleddin baktı yüzüme, açılmak için ertesi sabahı bekleyen sonbahar goncaları gümrah birer gül haline geldi Konya'nın bahçelerinde. Celaleddin baktı yüzüme, yanaklarına birer gamze düştü ana karnındaki çocukların. Celaleddin baktı yüzüme ve ellerini kaldırarak müritlerine "Bırakın" dedi sadece. Çünkü görür görmez bilmişti beni, görür görmez anlamıştı niye geldiğimi ama ne gülümsemiş, ne tatlı bir söz dökülmüştü dudaklarından. Sadece "bırakın" demişti müritlerine. Çünkü dünya bir imtihandır diye buyrulmuştu. Cahillik engelinden atlayamayan, bilgi yükünü taşıyamaz. Yedi müridin kenetlenmiş genç gövdesi çözüldü, Ermeni ustaların yaptığı duvarlar nasıl çözülürse birbirinden. Aşılmaz bir kale kapısından geçer gibi yürüdüm aralarından. Gözlerim Celalleddin'in gözlerinde yaklaştım Allah'ın yeryüzündeki en umutlu dostuna. "Ey Müslümanların imamı" dedim saygıyla yakalayarak katırının yularını. "Sana bir sualim var. Ben çözemedim. Horasan'ı, Semerkand'ı, Şam'ı gezdim, Bağdat'ı gezdim, çözen birini de göremedim. Seni salık verdiler. Belki sen çözersin diye şehirlerin en eskisine geldim." "Buyur seyyahların piri" dedi ince sakalını sıvazlayarak, "mademki onca şehir içinde bizimkini seçtin, mademki uzun yolların kahrını çekerek bize eriştin, o zaman biz de saçalım sana gönül kuyumuzdaki bilgi dağarcığını. Neymiş bakalım, sor sualini." Sözler dudaklarından dökülürken yüzünde ne bir tereddüt vardı, ne de bir şüphe. Sanki daha ben ağzımı açmadan biliyordu, hem soracağım suali, hem vereceği cevabı. Ben de ona uydum, aklımdaki suali cevaplanması dileğiyle: "Şimdi söyle bana mana âleminin sarrafı" dedim bütün saflığımla. "Tanrı dostu, büyük âlim Bistamlı Bayezid mi büyüktür, yoksa Hazreti Muhammed mi?" Güzel kaşları çatıldı Celaleddin'in. Yok, bu kadarını tahmin etmemişti, benden başka hangi deli kalkışırdı bir din âlimi ile yeryüzünün müjdesi Muhammed Mustafa'yı kıyaslamaya. "Bu nasıl sualdir?" diye gürledi her daim doğruluk buyuran sesi. Bir titreme aldı beni gün ortasında, güneş altında. Al bastı kara yanağımı, tutuştu kafatasımın içindeki et parçası, ürkek bir serçeye dönüştü iman tahtamın altındaki yürek. Korktum, hiç kimseden korkmayan ben. Kuşkuya düştüm kendimden, şeyhlerin en büyüğü Muhiddin İbn-i Arabi'nin sözlerine bile gönül indirmeyen ben. Celaleddin hiç aldırmadı halime. "Bu nasıl sualdir?" diye yineledi. "Kuşku yok ki, Allah'ın elçisi Muhammed Hazretleri yaratılmışların en büyüğüdür. Burada Bayezid'in lafı mı olur?" O açıklarken zaten bildiklerimi ben de bir parça toparladım. Korkumun sesimi ele geçirmesine müsade etmemek için hemen itirazımı yetiştirdim. "Öyle diyorsun da Peygamber bu kadar büyüklüğüyle, 'Ey Allahım biz seni tam anlamıyla bilemedik' derken, Bistamlı Bayezid, 'Kendimi tenzih ederim, benim şanım ne kadar büyüktür ki, bilinmesi gerekenleri tıpkı gerektiği gibi bildim. Ben sultanların sultanıyım' diyor." Celaleddin gözlerindeki öfke kayboldu, beni anladı ve bakışları cennet ışıltılarıyla doldu. Artık mutluluğunu gizleyemez bir hale gelmişti ama cevabı vermekten de geri durmadı. "Bazı insanların gönül dağarcığı küçüktür, bir testi suyla doyar, bazılarınınki ise sonsuzdur, okyanuslar bile onların susuzluğunu gideremez. Bayezid susuzluğunu bir yudum suyla giderdi ve övünerek suya kandığından dem vurdu. Hazreti Mustafa'ya, gelince o müthiş bir kanmazlık hastalığına tutulmuştu. Sular içinde susuzluktan kavruluyordu. O her gün, daha çok görüyor, daha çok anlıyor, daha çok biliyordu, ama gördükçe, görecekleri artıyor, bildikçe bilmedikleri çoğalıyor, anladıkça anlamadıkları büyüyordu. Bu sebeptendir ki, 'Biz seni layıkıyla bilemedik' diye buyurmuştur." Gözlerimden süzülen yaşları silmeye bile fırsat bulamadım. İşte buydu Âdem Hazretleri'nden bu yana aradığım âdem. İşte buydu dört iklim, yedi kıtada bulamadığım. İşte buydu bana vaat edilen. İşte buydu Allah'ın gizli sevgililerinin en kutsalı. "Allaaah!" diye bir çığlık yükseldi. Gırtlağımdan mı? Aklımdan mı? Gönlümden mi? Benden mi? Yoksa kimden? (bkz: bab-ı esrar) Ve bir çok rivayete dayanan bu buluşmanın gerçekleştiği yere Marac'el-Bahreyn (iki denizin buluştuğu yer) denir.
    ... diğer entiriler ...