bugün
yenile

    coronavirus

    4
    +
    -entiri.verilen_downvote
    azıcık goygoy ve muhabbet yapasım geldi şu konu hakkında mazur görülsün. büyük büyük vaatlerde bulunmuyorum. ana gündemin klişe malzemeleri dışında ufak tefek kendime çıkarımlar diyelim. 1. bölüm 2000'lerin başında küçük vilayetlerde ya da ilçelerde falan yaşayan insanlar bilecektir bu duyguyu: abuk subuk bir kanalda bile olsa şehirle ilgili bir haber/tanıtım/gezi/program vs. yapıldığı zaman insanlar birbirini arayıp haber verirdi. hatta bazı belediyeler durumu abartıp öncesinde şehir hoparlörlerinden bunu halka ilan ederdi. insanlar yayın saatini kaçırmaz, kimsenin kaçırmasını istemez ve eş dost birlikte, yaşadıkları bu küçük kentin 10 dakikalığına bile olsa ulusal bir kanaldan yayınını izlemek isterdi. bu davranış biçimi çok ilginç bir güdü. bunun taşra insanı olmakla ve 90'lardan miras kalacak bir biçimde televizyonun hayatlarımızda nasıl yer ettiğiyle alakası var. ben küçükken bir akrabamızın evinde televizyon olmamasını acayip garipsemiştim. televizyonun olmadığı bir evde vakit nasıl geçer, o sessizlik nasıl giderilir anlam veremezdim. çünkü bizim evde bir dönem; izlensin ya da izlenmesin uyanınca ilk televizyon açılır, sabahtan akşama kadar açık kalırdı. televizyonun anlamı birçok evde olduğu gibi büyüktü. bizi, o küçük hayatlarımızı gerçek dünyaya bağlayan yegane araçtı bir zamanlar televizyon. en azından 2000'lerin başına kadar bu böyleydi. "şu anda tüm türkiye bizi izliyor" lafı bir zamanlar gerçekten anlamlı bir laftı. yaşadıkları dünyanın televizyona taşınmasını coşkuyla karşılayan taşra insanı, tam da bu illüzyonun etkisinde hareket eder. bu nedenle vizontele filmi türk sinemasında alternatifi olmayan bir yerde duruyor. muhteşem ve kıymetli bir işe imza atmıştır o dönemde yılmaz erdoğan ki bir benzeri daha yapılamadı. modern türk'ün modernleşme öyküsü hakkında da ilginç bir meseleye değiniyor. işte bu yüzden taşra insanı için böyle bir aygıtın içerisinde kendisinden bir şeyler buluyor olmasının anlamı büyüktür. televizyon gerçek dünyaya açılır. seçimler olur, savaşlar çıkar, büyük felaketler yaşanır, uluslararası turnuvalarda yarışılır, popstarlar milyonların gönlünde taht kurar, en kral aşklar -tam olarak yerini bilemediğimiz yerde- orada yaşanır, acının da sevincin de en görkemlisi burada, yaşadığım bu küçük dünyada değil, içine giremediğim başka bir fanusun içerisinde yaşanır... bunlar gerçek dünyanın gerçek hikayeleridir ve bu hikayelerin mimarları arasında 5 kişilik bir ailenin fertlerinin yeri varla yok arasında bir şeydir. sana bu hikayeye şahit olma vasfı verilmiştir sadece. evin içine kadar girmiş bir propaganda aracı vesilesiyle onlardan daha gerçek olduğumuza ikna olamayız. gerçeğin şahitleriyizdir sadece. eğer türk askerleri sınır ötesi harekatı düzenliyorsa bu gerçek bir hikayedir. ama senin hikayen değildir. kendimi tutmasam bu entryi vizontele entrysine çevirebilirim. filmde bu olay çok güzel işleniyor çünkü. filmin sonunda belediye reisinin oğlu kıbrıs harekatında şehit oluyor. bak sıradan bir köylü bile değil. belediye reisi bu adam. komutan arayıp evladının kıbrıs'taki şehitliğe defnedildiğini haber veriyor ve filmde şu cümle geçiyor gerçekten; "koskoca paşa herkesi arar mı? belli ki sevdirmiş kendini orada komutanlarına" ... müthiş bir detaydır bu. her izlediğimde bu detaya takılır ve filmi durdururum. "nasıl ya?" oluyorum hep. altan erkekli sağ olsun 10 saniyelik sekansta öyle gerçek bir adam oluyor ki tüylerim diken diken oluyor her seferinde. o sahnenin bendeki anlamı şudur; taşra insanının dünyası alabildiğine küçük, alabildiğine kısır bir dünyadır. halbuki televizyonun anlattığı hikaye gerçek hikayedir. "koskoca paşa" da elbette bu hikayenin gerçek kahramanları arasındadır. en azından bülend ecevit kadar! şu meşhur fillerin savaşındaki çimenlerin ehemmiyetsizliği meselesine en çok inanan, taşra insanıdır. o dönem televizyon öyle büyük bir hikaye anlatır ki insan kendisine o hikayede bir türlü rol bulamaz. etkisiz ve önemsiz taraftan gerçek ve etkili tarafa geçmek için evladın canından da olsa belki sevinç ya da gurur değil ama tam olarak tanımını yapamadığım bir tatmin duygusu kaplar insanın içini. "var olduğunun hatırlatılması" tatmini. 2. bölüm şimdi bu olayın korona virüsü ile ne alakası var? bu yazıyı okuyacak olan herhangi birisi için ne kadar tatmin edici olur bilemem ama tüm bunların evet korona virüsü ile de bir alakası var. öncelikle şunu belirtmek istiyorum 80' sonrası ve ağırlıklı olarak 90' sonrası nesil olarak birçok açıdan acayip vasat bir nesiliz. bunu "gençlik bitmiş efendim" çiğliğiyle söylemiyorum. vasat kelimesini de özellikle seçiyorum. hala genç diyebileceğimiz kesimin insanları olarak bu neslin neredeyse hiçbir ayırıcı, sivri bir özelliği yok. tam anlamıyla ortalama bir nesiliz. bir yaş kategorisinin ortalama olmasının elbette bu kadar abartılacak bir yanı yok. ama birçok sorunun cevabı da burada yatıyor. ancak illa sivrilen bir eğilimden bahsetmek gerekirse şımarık insanlarız. global ölçekte konuşuyorum bu arada. vasatlığın getirisi bu olsa gerek; iyisiyle kötüsüyle gün görmemiş olmanın etkisiyle şımarık ve stabil bir nesil ortaya çıkıyor. dünya tarihinde eşine hiçbir zaman rastlanmamış şekilde bir konfora ve istikrara sahibiz. korona virüsüne karşı abartılı reaksiyon verişimizin sebebi tam olarak bu: konfor ve istikrar! sosyal medyanın negatif etkileri sebebiyle her şeyden şikayetçi insanlara dönüşmemiz sebebiyle "konfor ve istikrar şımarıklığı" tanısı çoğu insanın hoşuna gitmeyecektir. çünkü bu kadar fazla veriyle muhatap olmak hepimizin gerçeklik algısını büktü maalesef. bu çağın insanı çok fazla veri ile muhatap oluyor. bilgi ile doluyuz ama aynı oranda bilgelikten ve ferasetten alabildiğine uzağız. bunun kesin terimsel bir karşılığı vardır ama ben bilmiyorumdur. aşırı veri yüklenmesi sonucu oluşan bir körlükle karşı karşıyayız. bu yüzden bu çağın insanları birçok açından olduğundan daha cahil ve ön görüsüz haldeler. gerçekten bilgi ile yüklü ama ferasetten uzak bir insanla karşı karşıyayız. bahsettiğim aslında bilgiye erişimin esasında hiçbir işe yaramadığı aksine negatif geri dönüş sağladığı. veri - bilgi - kavrayış ve hikmet arasındaki bağların her geçen gün biraz daha zayıflaması ve buna sebep olan şeyin aslında diyagramın başında yer alan veri başlığının fazla şişmesiyle alakalı olduğunu söylüyorum. el oğlu bunu alegorik bir biçimde çok hoş modellemiş aslında. şunu diyorum. burada pandemik hastalıklar ve yayılma evreleri hakkında size bir sunum yapmak istemem. ya da korona virüsü hakkında belli malumatlar da vermek istemem. çünkü enformasyon çağı ya hani bu, ilginç bir şekilde covıd-19 hakkında hepiniz benden çok şey biliyorsunuz zaten. durumu hafife aldığım falan da yok ama çekinmeden söyleyeceğim tüm dünyada bu durum fazlasıyla abartılıyor. hem de en abartmaması gereken insanlar tarafından abartılıyor ve ben bunun sebepleri peşinde koşuyorum sadece. mesela şu an devletlerin sokağa çıkma yasağı ilan etmesi hakkında konuşuluyor. şaşkınlıkla takip ediyorum. mesela her olağanüstü hal dönemlerinde olduğu gibi otokratik devlet yönetimlerinin ne kadar başarılı olduğundan bahsediliyor. yüzyıllardır bilinen hikaye tekrar servis ediliyor. kriz anlarında herkes ama herkes demir yumruğun gücüne sarılıyor. şaşılacak bir şey değil bu. bu konuları tartışacak bir zeminde değiliz neyse ki. ben de bunlardan bahsetmeyeceğim. bir dönem ingilizceme katkı sağlasın diye ted talks videolarına sarmıştım. orada fark ettiğim bir mesele var. oraya çağırılan insanlardan yaptıkları işler hakkında, geldikleri yer hakkında, kendi deneyimleri hakkında "ilham veren" bir şeyler anlatması isteniyor. hatırı sayılır bir çoğunluk geçmişte yaşadıkları acılarından bahsediyor. insanlar, kendilerini, acılarıyla tanımlıyor! dünyanın en başarılı insanı bile olsa geldiği yeri tanımlarken çektiği çileye atıfta bulunma isteği doğuyor içinde. bazen düşünüyorum da hayatlarımızda acı diye bir şey olmasaydı ihtişama sahip hiçbir şeyimiz kalmayacaktı ellerimizde. 15 temmuz gecesi memleketteydim. birkaç arkadaş bir çay bahçesinde oturuyorduk olaylar ilk başladığında. durumu da biraz gecikmeli öğrendik zaten. 35 bin nüfuslu anadoluda bir ilçe. herhangi bir askeri hareketliliğin esamesi bile yoktu zaten. sonra şehrin merkezine gittik neler oluyor diye insanlar sokağa çıkmıştı ve yürüyüş yapıyorlardı. birçoğumuzun bildiği hikaye zaten. sonra yol ortasında elinde bayraklı bir adam balkondan bakan çocuklara seslenip; "uyumayın sakın tarihi bir gün yaşıyorsunuz, çocuklarınıza anlatacaksınız bu geceyi" minvalinde bir laf etti ordan. halbuki konunun bizle neredeyse hiçbir alakası yoktu. ama o abi o gece köprüdeki insanlarla aynı hikayeye dahil olmanın derdindeydi. sabaha kadar slogan atıp yürüdüler yani. "oradaydım!" hissiyatı bu. başka bir şey değil. gezide de bu böyleydi, 99 depreminde de, 2002 dünya kupasında da... hikayeye ben de dahilim. varım ben. oradaydım. 3. bölüm beni yakın çevrem bilir. kolektif harekete bir inancım yok. bireycinin ağa babasıyımdır. hatta gelinen bu son noktada toplumsal kırılmaları ve değişimleri bile kolektif bilinçle değil bireylerin çabasıyla sağlayacağımıza inanırım. gelecek toplum olma bilinciyle sağlanmayacak. çünkü artık adına toplum diyebileceğimiz ortak bir dayanışma kültü yok. yedik onu biz. ama bu demek değil ki bireyciliğin negatif etkileri yok. mesela çok yalnızız! mesela varoluşumuzun defolarıyla çok fazla yüzleşiyoruz. mesela olduğumuz halden memnun değiliz. mesela duyusal anlamda tatmin olmamız çok daha güç. mesela tarih boyunca insanlık medeniyetini acılara karşı teskin eden ortak değerlerimiz yok. birey olarak varlık mücadelesi veriyoruz ama bunun bedeli olarak "uyumsuz" olduğumuzu düşünüyoruz. binlerce yıl medeniyeti taşıyan ortak kültür ve kültlere mesafeliyiz. bu kopukluktan dolayı çoğumuz mutsuz ve yalnızız. en önemlisi evrensel hikayeye dahil değiliz. ama evrensel hikayeye dair yığınla datayla da yüz yüzeyiz. bizlerin; bu, gün görmemiş, konfor ve istikrar hastalığına tutulmuş şımarık netflix neslinin karantina günlerine ihtiyacı yok. bizler zaten etkileşimi en yüksek olanlardan bile olsak çoktan izole yaşamların kurbanıyız. bizlerin evrensel hikayeleri yok. bugün ted talks'a çıksak minimalist hikayelerimizi ve acılarımızı makro ölçekte anlamlar yükleyip süsleyerek anlatmaya meyilliyiz. bu yüzden ortak bir acı ve trajedi havuzu olan salgın hastalık furyasına dahil olmaktan fevkalade memnunuz! çünkü 21. yüzyılın izole yaşamlara sahip bireyci insanlarının önünde göz yaşı dökeceği evrensel ölçekte ortak bir ağlama duvarına ihtiyacı var. toplum kavramının ve ortak değerlerin dejenere olduğu bir dünyada ortak bir trajediye her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyoruz. gerçek hikayelerin ekranların içerisine hapsolduğuna inandığımız gibi o hikayelere dahil olmak da hoşumuza gidiyor. korona virüsüne karşı normal seyrinin üstünde bir reaksiyon göstermemizin çok fazla sebebi var. bunlar veri şişkinliğiyle, insanların kendisini üstesinden gelebildiği büyük trajedilerle tanımlamasıyla, gerçek -yani daha evrensel olan- hikayelere olan açlıkla tanımlanması mümkün. milyarlarca insanın 3-5 mekanla sınırlanmış küçücük ve ehemmiyetsiz hayatlarında, ekranlardan bangır bangır bahsedilen hikaye dahil edilmesi, gerçek olan şeylerle arasındaki duvarın kırılması, bedeli acıyla ya da ölümle yüzleşmek bile olsa insanı tatmin eder. zengin - fakir, önemli-önemsiz, gerçek-yansıma, fil-çimen şeklinde ayrılacak olan bu sınıfların hepsinin arasındaki duvarı nispeten kaldıran bu tip evrensel trajediler her insana aslında sandığı kadar gerçeğin yansıması olmadığını, var olduğunu ve bir etki alanının olduğunu hatırlatır. sokakta yürürken kimsenin çarpmadığı adamın aslında birçok insanın hayatını etkileyebildiğini hatırlaması esasen "var olduğunun hatırlatılmasıdır." son olarak türkiye'nin tarihsel gelişimi hakkında konuşmak gerekirse; sık sık türkiye'nin küçük bir amerika olduğunu düşünürüm hep. türkiye sosyolojisi tarihsel gelişim açısından daha kısır, daha fakir ve daha sınırlı olarak amerika insanının bir yansıması gibi gelir bana. arada bazı sınırlayıcı etmenler ve 20 yıl gibi bir gecikme var sadece. bu yüzden 1994 yılında yazılmış bir kitaptan 1999 yılında uyarlanan fight clup filmindeki kendi dünyasında -yani uygar dünyada- son derece anlamlı ve nokta bir tespit olan şu efsane tirat türkiye'de hala anlamını ve yerini koruyor. --- spoiler --- burada, yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. bu potansiyeli görüyorum. ve hepsi heba oluyor. lanet olsun!.. bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor yada beyaz yakalı köle olmuş. reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde... nefret ettiğimiz işlerde çalışıp, gereksiz şeyler alıyoruz... bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. bir amacımız yada yerimiz yok. ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı. bizim savaşımız ruhani bir savaş. en büyük buhranımız hayatlarımız... televizyonla büyürken milyoner film yıldızı yada rock yıldızı olacağımıza inandık ama olmayacağız. bunu yavaş yavaş öğreniyoruz. ve o yüzden çok çok kızgınız... --- spoiler --- tarihin ortanca çocuğu olmak gerçek hikayenin, gerçek trajedinin eksiliğini çeken bireyin trajedisi demektir. imza: 2020 yılını yaşamış "efsane" nesilden biri. (bkz: 2020 senesini atlatmış efsane nesil)
    ... diğer entiriler ...