bugün
yenile

    kayıt zamanı şimdi...

    1
    +
    -entiri.verilen_downvote
    bölüm 13 gizem ve yusuf ‘kendimi seviyorum!’ gülümsedi aynadaki yansımasına. ‘ama bacaklarım biraz daha ince olabilirdi.’ hafifçe yan dönüp kalçasını parmaklarıyla kavradı. ‘tamam bu da biraz fazla…’ tekrar yüzünü döndüğünde aynaya bakışları karnına takılınca canı sıkıldı. oflayarak ‘sanırım biraz kilo versem iyi olacak’ diye mırıldandı gizem. giysi dolabının kapağını açıp bir iki dakika boyunca elbiselerini sağa sola çekerek inceledi. sonunda koyu renkli bir gömlek ve ona uygun geniş paçalı bir pantolon seçip giyindi. fazla abartılı olmadan sade bir makyaj yaptıktan sonra son bir defa daha aynada kendine bakıp ‘tamamdır…’ diyerek gülümsedi. daha önce de görüşmüşlerdi yusuf’la ama gerçeği, yani hilal olmadığını itiraf ettikten sonra ilk defa yüz yüze geleceklerdi. belki bu yüzden heyecanlıydı sanki ilk defa görüşeceklermiş gibi. çantasını kontrol edip telefonunu içine koyup dışarı çıktı. üzerine montunu alsa mıydı? hava mevsimine göre sıcaktı. ama akşam olunca serinliyordu. eğer montunu giyerse terleyecekti. bu yüzden nefret edebilirdi teninden. ama giymezse de akşam üşüyecekti. yine kendine kızacaktı. evinin kapısından çıkınca bir süre bu düşüncelerle boğuşup duraksadı. üşürse yusuf ceketini verirdi. verir miydi? telefonda gerçeği söylediğinde onu terslememiş, sert konuşmamıştı. verirdi tabi ki. belki öyle kızmıştı ki onun yanına geldiğinde patlayacaktı. üşüdüğüyle kalırdı ama o an bu endişe edeceği son şey olurdu. sokağa çıkıp taksi durağına doğru yürümeye başladı. tuhaf bir şekilde içi rahattı. sevgi’yle konuşup yusuf’u aradıktan sonra sanki üzerinden büyük bir yük kalkmış, bu hafiflik hissiyle bulutların üzerindeymiş gibi özgür hissediyordu kendini. durakta bekleyen taksilerden birine binip arkasına yaslanıp gideceği yeri söyledi. yol boyunca yan tarafındaki pencereden dışarıyı izledi. daha önce de hoşlandığı erkekler olmuştu, daha önce de kendini böyle hissetmişti. daha önce bunları hissetmesi şimdiki anın büyüsünü bozmuyor aksine içinde durmaksızın büyüyen yangını körüklüyordu. bir an camda gülümseyen yüzünün yansımasını görünce gözleri parladı. mutluydu… yusuf, bir zamanlar ağaçların arasında olan ama şimdi her tarafı betonla kaplanmış geniş meydanın neresinde duracağını bilemez gibi bir ileri bir geri yürüyordu. eskiden çiçekçilerin olduğu köşe polis barikatlarıyla çevrilmiş, arabaların geçtiği yol yer altına alınmıştı. kendini çıplak hissetti, meydanın ağaçlarından yoksun çıplaklığını hissedip saklanacak yer aradı. simit satan bir seyyar satıcının yanına yaklaşıp durdu bir süre. sonra biraz ilerideki lokantanın önüne doğru yürüdü. arada telefonunu eline alıp inceliyor, hatta konuşuyormuş gibi yapıp kulağına götürüyordu. neden bu kadar erken gelmişti ki? çok erken değildi aslında. söz verdiği buluşma saatine yirmi dakika vardı. ya hilal gecikirse? hilal? hayır gizem! neden böyle bir yalan söylemişti ki? belki yabancılara karşı önyargılıdır diye düşündü. belki görüşmeye devam edeceğimizi düşünmemiştir bu yüzden gerçek adını söylememiştir. bu yeterli bir açıklama olabilir mi? olmaz mı! peki ya o ne kadar dürüsttü? biten bir ilişkinin yan etkilerinden kurtulmak için karşısına çıkan ilk fırsatı değerlendirmemiş miydi? çiçekleri aldığı kadını seviyorsa, ne çabuk vazgeçti. düşündükçe kafası karışıyor, önüne gelip durduğu lokantaya girip çıkanlara yol verirken kendini daha kötü hissediyordu. biraz ileride toplanan kalabalığa gözü takılınca o tarafa doğru ilerledi. en fazla dokuz on yaşlarında bir çocuk, muhtemelen kardeşi olan kendisinden daha küçük bir kız çocuğu yanında akerdeon çalıyor, toplanan insanlar da fotoğraf çekiliyordu. çocuk günün popüler şarkılarını acemice çalarken alkışla tempo tutanlar, önlerine para atanlar, video kaydı yapanlar… çocukların üzerindeki eski ve kirli giysiler, mutlu değiller ve bu kimsenin umurunda değil. kalabalık büyüdükçe muhtemelen çocukların orada durma saatleri de artıyor. i̇nsanlar neden böyle diye düşündü. bir fotoğraf karesi, bir kac dakikalık video kaydı için küçücük çocukların hayatlarıyla oynuyorlar ve bu iyi bir şeymiş gibi sosyal medya hesaplarında paylaşıyorlar. birkaç beğeni alacaklar, ya o çocuklar? kimin umurunda? kalabalığın bir parçası olmamak için daha fazla yaklaşmadan ara sokaklardan birine girdi. saatini kontrol etti. hilal, gizem’in gelmesine beş dakika kalmıştı. yeniden sözleştikleri buluşma yerine, ağaçları sökülmüş meydana doğru yürümeye başladı. keşke erken gelseydi… diye aklından geçirdi yürürken. erken gelmişti… ‘’beklettim mi yoksa seni?’’ diye mahçup bir şekilde sordu gizem. ‘hayır’ dedi yusuf. ‘’ben erken geldim…’’ sarıldılar. yusuf kollarını ayırmak istemedi. gizem bıraktı kendini. kızmamış işte diye aklından geçirdi. birkaç saniye ne güzeldi. ayrıldıklarında yan yana yürümeye başladılar kalabalığa karışıp. yusuf gizem’in elinden tutup parmaklarını parmaklarının arasından geçirdi. gizem omzunu yusuf’un omzuna yaklaştırdı. parmaklarını sardı yusuf’un parmaklarına. ‘’karnın aç mı?’’ diye sordu yusuf. gizem ‘’evet, biraz.’’ dedi. ara sokaklardan birindeki esnaf lokantasına girip yemek yediler. ne gizem, ne yusuf hilal konusunu açmadan neler yaptıklarından bahsettiler. yeterince sevince görmezden gelinebiliyordur belki böyle masum yalanlar. lokantadan çıktıklarında hava kararmıştı. eğlence mekanlarından müzik sesleri yükseliyordu. bir süre yürüdüler. ‘’bana sormak istediğin bir şey var mı?’’ diye sordu gizem. ‘’olursa sorarım.’’ diyerek gülümsedi yusuf. gizem kestane satıcısının yanından geçerken durup, ‘kestane alalım, olur mu?’ diyerek gülümsedi. sıcak kestanelerle dolu kese kağıdını avucuna alıp diğer eliyle yusuf’un elinden tutup yürümeye devam ettiler. barların ve gece kulüplerinin önlerinden geçtiler. neredeyse hepsinden yayılan yüksek sesli şarkılar kalabalıklar… sokağın bir yanına geldiklerinde normal olmayan bir sessizlik vardı. sanki başka bir dünyaya geçmişler ve tüm sesler kısılmış gibiydi. barın önündeki sokağın kenarına konmuş masalar dolu hatta bazıları ayakta içeriye odaklanmış bir şekilde sessizce duruyorlardı. i̇kisinin de dikkatini çekmişti bu durum. biraz daha yaklaştılar. diğer barların aksine hafif bir müzik ve erkek sesi duyuluyordu. dinleyenler tempo tutmuyor ya da bağıra çağıra şarkılar söylemiyordu. bir an göz göze geldiler. i̇kisi de meraklanmıştı. ellerini ayırmadan barın önünde bekleyen insanların arasına sokulup izlemeye başladılar. önce yusuf görmüştü. küçük bir sahne, gitar çalan bir genç, onun hemen yanında konuşan bir adam. konuşmuyor, şiir okuyordu. gizem göremedi önce, sadece duydu okunan şiiri. yusuf, gizemi önüne doğru çekince gördü sahneyi. gizemin ilgisini sahneden çok izleyenler çekmişti. herkes büyülenmiş gibi bakıyordu. ‘’o adam!’’ deyince yusuf, toparladı kendini gizem. yeniden sahneye odaklandı. evet, o adamdı… kapının ağzında birikip girişi kapamış kalabalığı yararak önde gizem, ardında yusuf içeri girdiler. i̇çerisi öyle doluydu ki garsonlar zorlukla servis yapıyorlardı ve kimsenin umurunda değildi bu gecikme. herkes hipnotize olmuş gibi okunan şiirleri dinliyordu. şiirleri okuyan adam, gitar çalan çocuk da kendinde değil gibiydi. birkaç dakika sonra gizem ve yusuf da bu büyünün etkisine girmişti. ne kadar süre orada kaldılar, ne kadar zaman geçti. i̇kisi de farkında değildi. gizem yusuf’un önünde, sırtını onun göğsüne dayamış, yusuf’un kolları bedenine sarılmış. bazı bildikleri şiirlere eşlik etmişler yüksek sesle… gitar çalan çocuk, gitarının askısını boynundan çıkarıp kenara bırakınca anladılar programın bittiğini. diğerleri gibi bir süre daha beklediler. ‘ne çabuk bitti? daha erkendi…’ mırıldanmaları arasında. şiir okuyan adam da sahneden inince mekan boşalmaya başladı. yusuf gizem’le gözgöze gelince dakikalardır bırakmadığı elinden tutup cam kenarında az önce kalkanların boşattığı masaya oturdular. ‘’bence tanışmalıyız.’ dedi yusuf. gizem şaşırmış gibi baktı. ‘ciddiyim ben. seninle tanışmamızı ona borçluyuz.’ diyerek üsteledi yusuf. ‘evet, öyle ama, yine de bilmiyorum…’ dedi gizem. ‘ben gidip buraya çağıracağım.’ ‘dur! belki o istemiyordur?’ ‘neden istemesin. sen beni tanıdığın için mutlu değil misin?’ mutluyum.’ ben de mutluyum. bunu bilmesi gerek!’ diyerek kalktı masadan yusuf. barın önünde oturan olcay’ın yanına gitti. gizem uzaktan izliyordu yusuf’u. adamın yanına gittiğini gördü. adam önce yusuf’un söylediklerini dinler ama umursamaz gibi birasından bir yudum aldı. sonra gizem’e doğru dönüp baktı. ardından bardağını alıp yusuf’la beraber yanına geldi. ‘’demek onlar sizsiniz…’’dedi olcay. gizem ne diyeceğini bilemez halde bir yusuf’a bir olcay’a sonra önüne bakıyordu. yusuf sanki onu rahatlamak, dikkati üzerinden almak ister gibi konuştu. ‘performansınız harikaydı. keşke daha önceden bilseydik burada olduğunuzu. ‘’zaten bir haftadır buradayım.’’ diyerek teselli etmeye çalıştı olcay. ‘’daha öncesinde sıradan bir garsondum.’’ ‘’çok güzel şiir okuyorsunuz. sanki yaşıyormuşsunuz gibi.’’ dedi gizem. ‘’yaşanmamış şiir olmaz ki…’ dedikten sonra bir yudum daha aldı birasından olcay. ‘’hepsini yaşadınız mı? ‘’kimileri yaşamış, kimileri yazmış… şimdi izninizle. belki daha sonra, daha uygun bir ortamda konuşuruz bunları…’’ diyerek kalktı masadan olcay. olcay’ın arkasından bakarken, ‘’gerçekten tuhaf bir adam…’ diye mırıldandı yusuf. ‘evet’ dedi gizem. ‘’kalkalım mı?’’ kalktılar. gizem’in aklı adam da, yusuf’un aklı gizem’de, yürüdüler bir süre. ‘’ben buradan evime gideyim’’ dedi gizem. ‘’ teşekkür ederim bu güzel gün için…’’ yusuf’un beklediği bu değildi. beklemediği de değildi. bir şey diyemedi. sadece başını hafifçe öne eğdi tamam der gibi. gizem’i taksiye bindirdi, ardından baktı, gizem bakmadı.
    ... diğer entiriler ...