bugün
yenile

    kayıt zamanı şimdi...

    0
    +
    -entiri.verilen_downvote
    bölüm – 9 olcay alışveriş merkezinin dönen kapısından dışarı çıkınca derin bir nefes aldı olcay, sanki saatlerdir nefes alamıyormuş gibi. sonra yeniden, yeniden ve bir nefes daha… oksijenin kanına karışıp bedenine yayıldığını hissedebiliyordu. ellerini pantolonunun cebinden çıkarıp parmaklarını açıp kapattı. uyuştuğunu hissetti parmak uçlarının anlam veremedi. birkaç defa daha kapatıp açınca parmaklarını avucuna doğru uyuşukluk geçti. az ilerideki otobüs durağına doğru yürümeye başladı. ana duraklardan biri değildi ama alışveriş merkezine yakın olduğu için sürekli dolu otobüsler geliyor, yolcularının çoğunu indirip hareket ediyorlardı mütemadiyen. durağa yanaşan her otobüsten adeta bir insan seli akıyordu alışveriş merkezine doğru. kurulmuş oyuncaklar gibi çoğu bir an bile duraksamadan girişe kadar geliyor, döner kapıdan sırayla girip güvenlik kontrolünden geçip alışveriş merkezinin içine dağılıyorlardı. olcay bir süre durup bu hengameyi izledi aralarından. ‘mekanikleşen insan davranışları’ diye düşündü, ‘evlerinden çıkıp işe gidiyorlar, verilen işleri yapıyorlar, akşam işten çıkıp buraya geliyorlar, kimisi arkadaşlarıyla görüşüyor, kimisi alışveriş yapıyor, kimisi sinemaya geliyor, kimisinin böyle bir amacı yok. belki sırf bu kalabalığın arasında olmak, yaşadıklarını hissetmek için geliyorlar bu parlak ışıklarla süslenmiş camdan binanın içine. yaşamak gerçekten bu muydu?’ kendi hayatını düşündü. tüm gün çok mecbur kalmadıkça dışarı, hattan yataktan çıkmıyor, kitap okuyor, film izliyor, yemek yiyor, akşamüzeri işe gitmek için evden çıkıyor, gece yarısından sonra geri geliyor, içiyor, sızıyor… yaşamak bu muydu? az önce yanından ayrıldığı kadını anımsadı. bir an tereddütte kaldı geri dönmek konusunda ama sonra vazgeçti. öylece yanından kalkıp gitmişti oysa adını bile sormamıştı. kendi adını söylemiş miydi? ‘neyse…’ diye mırıldandı kendi kendine, ellerini cebine sokup yeniden yürümeye başlarken. zaten bir daha karşılaşmayacağımız bir insanın adını öğrenmek mantıklı değil. zaten öğrenseydi bile aklında tutamayacaktı. hiçbir zaman tarihleri ve isimleri hatırlayamazdı. bu yüzden çok zorluk çekmişti. bir aydır çalıştığı bardaki çocukların hiçbirinin ismini hatırlamıyordu. onlar söylemişler miydi? bunu bile anımsayamıyordu. sadece gülperi… gülperi aklına gelince usulca fısıldadı ismini kendisinin bile duyamayacağı kadar kısık bir sesle. i̇lk defa kadınlar birlikte olmaya başladığında en büyük saygısızlığın, birlikte olduğu kadının adını hatırlamamak olduğunu çoğu zaman en acı şekilde öğrenmişti. bu yüzden ilk önce isimlerini ezberliyor hatta cebinde taşıdığı küçük not defterine yazıyordu. kitap yazarken onlarca karaktere isim vermek ve bunları aklında tutup karakterlerin davranışlarını şekillendirmek bu kadar kolayken, kendi hayatına giren gerçek kişilerin isimlerini hatırlayamıyor olması tanrının bir ironisi olmalıydı. beethoven da aynı ironiye maruz kalmamış mıydı? bu benzetme önce hoşuna gittiyse de kıyaslamanın saçmalığına karar verip düşünceyi aklından uzaklaştırdı. gülperi’ye doğru. son günlerde bunu çok sık yapıyordu. yanlış olduğunu bilse de ne zaman aklına istemediği bir konu takılsa kurtulmak için gülperi’yi ve o geceyi ve sonraki geceyi ve sonraki geceyi düşünüyordu. zaten birazdan yeniden karşılaşacaklardı. çalıştığı barın kapısından içeri girince önce kasanın arkasında duran kıza bakacaktı hala orada mı diye, oradaysa başıyla selam verip arka taraftaki personel odasına gidip çantasını ve ceketini bırakacaktı. gülperi de o yanından geçerken ‘ hoş geldin olcay abi…’ diyerek gülümseyecekti. bu isminden sonra gelen ‘abi’ kelimesi artık pek hoşuna gitmiyordu ama bozuntuya vermeden gülümsüyordu kızın gözlerinin içine bakarak. trafik ışığı yayalar için yeşil yanınca karşıya geçmek için hareketlendiği anda ceketinin iç cebindeki telefonun titrediğini hissetti. emin olmak için elini ceketinin üzerine koyunca anladı çaldığını. karşı kaldırıma adımını atınca telefonu alıp ekranına baktı. kayıtlı olmayan bir numara arıyordu. sevmiyordu kayıtlı olmayan numaraların aramasını genelde cevap vermezdi. çünkü artık bankalar borçları hatırlatmak için sürekli farklı numaralardan arayıp sıkıştırıyordu borçluları. telefon defterine bir çok numara kayıt etmişti bu şekilde. kayıt ederken de ‘açma, açma2, açma3’ diye isimler veriyordu. en son kontrol ettiğinde telefon rehberindeki ‘açma’ sayısı on sekiz olmuştu. bu onlardan biri değildi. açtı. ‘’alo, olcay bey’le görüşecektim. alo, beni duyuyor musunuz?’’ genelde bankaların bu aramaları bilgisayarlara yaptırdığını bildiği için açtığı anda cevap vermezse kapandığını öğrenmişti. ama karşı taraftan bir erkek sesi gelince cevap verdi olcay. ‘’buyrun benim. kim arıyordu?’’ ‘’olcay bey merhaba. i̇smim çağan, parıltı yayın evinden arıyorum sizi. önümde bir kitap taslağınız var. eğer müsaitseniz bununla ilgili görüşmek istiyordum sizinle…’’ olcay kaldırımda yürürken sanki biri onu tutmuş gibi aniden durdu. duyduklarını anlamamış gibi, ‘’pardon anlayamadım, trafik gürültüsünden dolayı. nereden arıyorum demiştiniz?’’ ‘’parıltı yayın evi, bize gönderdiğiniz taslağınızla ilgili. editör arkadaşlar incelediler. sizinle de görüşmek istiyoruz. eğer müsaitseniz.’’ olcay telefonun diğer ucundaki adamın söylediklerini daha iyi duymak ister gibi eliyle iyice bastırmıştı kulağına doğru. ‘’tabi, yani evet görüşebiliriz. yani kitabımla ilgili değil mi?’’ olcay onlarca yayın evine göndermişti taslağını. bu yayın evine ne zaman gönderdiğini anımsamaya çalıştı. parıltı mıydı ismi? ne önemi vardı ki. adamın cevap vermesine fırsat bırakmadan konuşmasına devam etti. ‘’sizin için ne zaman uygunsa görüşelim, adresinizi vermeniz yeterli ben gelirim.’’ ‘’çok sevindim olcay bey. şu an pek müsait değilsiniz galiba. ben arkadaşlara söyleyeceğim size adres ve konum atarlar. yarın öğleden sonra akşam altıya kadar ben müsaitim. gelirseniz görüşürüz. hoşçakalın şimdilik.’’ ‘’tamam…’’ dedi olcay. ‘’ görüşmek üzere…’’ telefon kapandığı halde kulağından ayıramamıştı olcay. tamam daha önce de görüşmeye çağrılmıştı ama genelde kendisi defalarca arayıp sorardı kitabının incelenmeye alınıp alınmadığını. en sonunda birileri, belki de başlarından savmak için görüşmeye çağırırlar, sonucunda nazikçe geri çevirirlerdi. i̇lk defa bir yayın evi onu aramıştı. yayın evinin adı neydi? adamın adı neydi? bir kez daha kızdı kendine, inceden bir küfür mırıldanırken kendisini işyerine götürecek otobüse bindi. çalıştığı barın önüne gelince garsonlardan biri kapıyı açtı. i̇çeri girerken başıyla selam verip kasanın olduğu tarafa baktı. gülperi başını öne eğmiş kasanın arkasında bir şeylerle uğraşıyordu. ona doğru yürürken yanından geçtiği diğer çalışanlarla göz göze geldikçe selamladı başıyla. gülperi’nin yanına geldiğinde hala farkında değildi kız. ‘’kolay gelsin.’’ dediği anda sanki uykudan uyandırılmış gibi olduğu yerde irkildi gülperi. ‘’aman abi yaaa, sen miydin? ödüm koptu. hoş geldin sen de…’’ derken gülümsedi. olcay fazla duraksamadan arka taraftaki soyunma odasına geçip ceketini ve çantasını çıkarıp kapısı açık boş dolaplardan birinin içine bıraktı. duvarda asılı garsonların giydiği önlüklerden birini alıp üzerine geçirdi. kapının yan tarafında duvara aslı duran aynanın önünde durup birkaç saniye görünüşü kontrol edip yeniden dışarı çıktığında gülperi’nin şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. ‘’olcay abi!, neden önlük giydin?’’ kız önce olcay’ın üzerindeki önlüğe, sonra yüzüne, sonra yine önlüğe bakıyordu anlamaya çalışır gibi. ‘’nasıl neden gülperi? garsonlar önlük giymiyor mu?’’ ‘’tamam da abi, sen bu gece sahneye çıkacaksın. garson değilsin ki…’’ ‘’sahneye çıkmama daha üç saat var. o zamana kadar boş mu duracağım?’’ dedi olcay. gülperi’nin tepkisine anlam verememişti. ‘’abi, tuhaf adamsın vallahi, ya geçen hafta konuşmadınız mı patronla, artık garson değilsin. sahneye çıkacaksın. çıkar şu üzerindekini geç bir masaya otur. çocuklara söyliyeyim sana yiyecek bir şeyler getirsinler. hem, hem sen neden erken geldin ki?’’ olcay’ın kafası karışıktı. o şiir okuduğu akşamdan beri gelmiyordu. çünkü patron gelmene gerek yok demişti. hafta sonu gel gece sahne alırsın… evet gece çıkarsın demişti. mahcup olmuş şekilde başını önüne eğince kız yaklaşıp koluna girdi. ‘’ abi gel önce şu önlüğü çıkaralım…’’ diyerek az önce çıktığı soyunma odasına geri götürdü olcay’ı. önlüğü çıkarıp astılar duvara sonra yine dışarı çıktılar. olcay kasanın yakınında boş bir masaya oturup beklemeye başladı. beklerken arada kendini tutamayarak gülperi’ye bakıyordu. onun da kendisine baktığını hissedince başını başka yöne çeviriyordu. aşık değildi. zaten doğru düzgün de tanımıyordu ama bir şekilde hoşuna gidiyordu kız. onunla kaldığı ilk gece de anlattıklarından mı, yoksa genç ve diri vücudundan mı etkilenmişti bilmiyordu. bilmek de istemiyordu. sadece ona bakmak, onu düşünmek hoşuna gidiyordu. asıl merak ettiği kızın, ya da bir insanın iş yeri dediği bir ortamla, dışarısı arasında nasıl bu kadar farklı davranabildiği, rol yapabildiğiydi. i̇ş yerindeyken gerçekten abisiymiş gibi davranıyordu. o geceye kadar o da hep öyle hissetmişti. o geceden sonra artık abisi olamazdı. peki kız nasıl hala böyle davranıyordu. bu düşünceler arasındayken kızın bir garsona ‘abi’ diye seslendiğini duydu. kafası karıştı. daha fazla düşünmek istemedi. önüne konan yemeği yerken bira içmeye de başlamıştı. heyecanlıydı ama içtiği her biradan sonra rahatladığını hissediyordu. bir ara yerinden kalkıp, gidip çantasını alıp geri geldi. çantasındaki kâğıtları çıkarıp inceleyip sıralamaya başladı. sahneye çıkınca okuyacağı şiirlerdi bunlar. kağıtların üst ve alt tarafındaki boşlukları çalınmasını istediği şarkıları not etmişti. telefonunu çıkarıp kulaklığını takıp o şarkıları dinlerken içinden tekrar tekrar okuduğu şiirleri. genelde dönemin popüler şiirleri vardı. bir iki tane de kendi şiiri. şiirlerin bulunduğu kağıtları sıraladıktan sonra en alttaki iki sayfayı kenara koydu. kısa bir hikayeydi bu ve son şiirini okumadan önce bu hikayeyi okuyacaktı. tam bitirmemişti. birkaç satır daha ekledi sonuna. elinden kalemi bıraktığında boşalan bardağını doldurması için garsonlardan birine işaret edecekken mete oturdu karşısına. ‘’şairimiz büyük geceye hazır mı?’’ diyerek kahkaha patlattı. kendini kötü hissetti olcay. bozuntuya vermeden, elindeki kağıtları mete’ye doğru uzattı. ‘’hazır hissetmiyorum. bu şiirleri okumaya karar verdim. ama hala emin değilim.’’ ‘’oğlum olcay abinin birasını tazele bana da bir tane getir!’’ diyerek yanlarından geçen garsona seslendi mete. ‘’ emin olmayacak bir durum yok olcay’cım. sahneye çıkacaksın geçen hafta olduğu gibi. şiirlerini okuyacaksın. ver bakayım neleri seçmişsin…’’ diyerek olcay’ın elindeki kağıtları alıp çok da incelemeden göz gezdirdi. gezdirirken, ‘hımm, tamam, güzel…’ diye mırıldandı. hikayenin yazılı olduğu sayfalara gelince duraksadı. ‘’bu şiir değil?’’ diye sorar gibi konuştu. ‘’kısa bir hikaye, yeni yazdım.’’ ‘’bak olcay’cım tabi ki sen daha iyi bilirsin ama, şiirlerin şarkı tadında bir söylenişleri var, his, duygu yoğunluk bir araya girince insanları hayran bırakır. ama sahnede bir hikaye okumak? bilemedim yani mekandakileri sıkmayalım böyle…’’ ‘’siz de demiştiniz ki deneriz olmazsa yapmayız. deneyelim bence…’’ mete bu cevaptan çok hoşnut olmasa da sesini çıkarmadı. başını önüne eğip kağıtları toparlayıp olcay’a geri uzattı. ‘’tamam olcay’cım sen öyle diyorsan öyle olsun.şimdilik bana müsaade. şu hesap işlerini kontrol edeyim.’’ olcay’ın bir şey söylemesini beklemeden kalkıp gülperi’nin yanına gitti. gülperi ona da ‘hoş geldin abi’ diyerek gülümsedi. olcay’ın canı daha çok sıkıldı. bira da hala gelmemişti. boş bardağını alıp masadan kalkıp bara gitti. barın yanına gelince başının döndüğünü hissetti. çok mu içmişti? boş bardağı barmene uzattı. doldurana kadar bekledikten sonra bardağını alıp masasına geri döndü. fazla zaman kalmamıştı. ertesi günün tatil olması, mekanın diğer gecelerden daha kalabalık olmasının en büyük nedenlerinden biriydi. müdavimler çoktan sahne alması gereken şarkıcının yokluğunu fark etmiş, garsonlara sorular sormaya başlamışlardı. mete programın değiştiğini artık şarkıcının gelmeyeceğini kimseye söylememiş olmalıydı. i̇çerideki tüm masalar dolmuş hatta kapı önünde boşalacak yerlere oturmak için bekleyenler birikmeye başlamıştı. olcay içeridekilere bakarken insanların hareketlendiğini fark edip bakışlarını kapıya çevirince birlikte sahneye çıkacağı gitarist çocuğun içeriye girdiğini gördü. en fazla yirmili yaşlarda olmasına rağmen yetenekliydi ve bazı müşteriler sırf onu dinlemek için geliyordu. yakışıklı bir çocuktu. i̇çeri girdiğinde bazı masalara uğrayıp selam veriyor, kızlarla tokalaşıyor, hayran hayran bakıyordu onlara, kızların ona baktığının farkında olarak. olcay’ın yanına gelip karşısındaki sandalyeye oturdu. ‘’abi hazır mıyız?’’ olcay kendini tuhaf hissetti. garson olarak çalışırken selam alıp vermek dışında hiç konuşmadığı bu çocuk şimdi masasına oturmuş, ona ‘hazır mıyız?’ diye sormuştu. afallaması geçince kendini toparlayıp, ‘’şu şarkıları biliyor musun?’’ diye sorarak elindeki kağıtları gitariste uzatıp yazdığı şarkı isimlerini işaret etti. çocuk bir süre inceledi şarkı isimlerini. hatırlamaya çalışır gibi çenesinin altında yeni çıkan seyrek sakallarında parmaklarını gezdirdi. sanki sakalları arasındaydı şarkılar, biraz daha karıştırırsa hatırlayacaktı. diğer sayfalara göz attı. ‘’ hallederiz abi, bir kaçını anımsıyorum. diğerlerinin notalarını da internetten buluruz. daha olmadı. ben playback yaparım. i̇nternetten çalarız. sen bana bırak, bende!...’’ diyerek gülümseyip kalktı masadan. sahneye çıkıp ses sisteminin ayarlarını yaptı. zaman gelmişti. olcay bardağın yarısı dolu olduğu halde hepsini bir dikişte içip kağıtları eline alıp sahneye çıktı. ‘’değerli misafirlerimiz, bizimle birlikte olduğunuz için teşekkür ederiz’’ dediği anda gitarist alkış sesleri duyuldu. ‘’bu gece farklı bir konseptle birlikte olacağız. ünlü şair ve yazar olcay kutlu, o güzel sesi ve duygularıyla gecemize renk katacak.’’ alkış sesi azalsa da devam etti. gözler olcay’ın üzerindeydi. her ne kadar gitarist ünlü dediyse de kimse daha önce bu ismi duymamıştı. kimse bozuntuya vermedi. belki ‘kim bu, tanımıyorum!’ diyecek olsalar tanıyan arkadaşları tarafında alay konusu edilecekti. bu yüzden kimse ses çıkarmadı sadece alkışladılar. ‘ne acınası…’ diye düşündü olcay, üzerindeki meraklı gözleri süzerken. gitarist ilk şarkının notalarını çalmaya başladığında mekandakilerin yüzünde bir memnuniyet belirdi. olcay herkes tarafından bilinen şiirlerden birine başladığında memnuniyet daha da arttı. hatta şiirin çok bilinen mısralarına eşlik ettiler. şiir bittiğinde mekanın içi alkış sesiyle doldu. olcay daha iyi hissetti kendini. diğer şiire başladığında, gitarist ikinci şarkıya başladı. yine alkış sesleri yükseldi. güzel bir şarkıcı ve kafalarını dağıtacakları, kalkıp göbek atacakları şarkıları bekleyenler, okunan şiirlerle benzer bir havayı yakalamışlardı. mete’nin yüzü gülüyordu. alkol hiç olmadığı kadar hızlı tükeniyordu masalarda ve garsonlar yoruluyordu boşalan bardakları doldurmaya çalışırken. her şey yolundaydı. diğer şiir ve sonra kendi şiiri. kimse farkına varmamıştı kendi şiiri olduğunu, çok satan bir kitapta yer almadığını, tanınmış bir şaire ait olmadığını. diğerlerini alkışladıkları gibi alkışladılar. gecenin sonuna yaklaştıklarında masalar hala doluydu. normalde şarkıcının sahne aldığı gecelerde program bitmeden müşterilerin çoğu yorulur ve evlerine giderlerdi ama bu gece, herkes daha çok alkollüydü, herkes daha dikkatliydi, herkes dinliyordu, tek bir mısrayı kaçırmadan… hikayesini okumaya başladı olcay.i̇lk satırlarda farkı anlayamayanlar aynı ilgiyle dinlemeye devam ettiler. sonra garipseyen gözlerle önce birbirlerine sonra olcay’a baktılar. gitar çalan çocuk bile bir an dikkatini kaybedip yanlış notaları çalınca kendine gelip düzeltti. hikaye de bir otobüs durağında karşılaşan kadın ve erkekten bahsediyordu. o kadın ve erkeği bir araya getiren başka bir adamdan. hikayenin sonuna geldiğinde herkes susmuştu. gitar tellerinden çıkan seslen yüksek tavanın boşluğunda kaybolurken gitarist de durdu. mete endişeli gözlerle bir olcay’a bir masadaki müşterilere bakıyordu, ne yapacağını bilemez gibi. kapı girişine yakın masalardan bir kadın, sarhoş olmak üzere belliydi sesinden, ‘’otobüsten inince ne oldu?’’ diye sordu yüksek sesle. olcay spot ışıkları altında kadını görmeye çalışır gibi ellerini ışığa siper edip gözlerini kısarak baktı oturduğu yere doğru. göremeyeceğini anlayınca elini yüzünden çekti. ‘’otobüsten inince ne oldu bilmiyorum. henüz yazmadım…’ dedi. bir uğultu yükseldi masaların arasından. olcay konuşmaya devam etti. ‘’ önümüzdeki hafta bu saatte burada, otobüsten inince olanları anlatacağım sizlere…’’ sustu herkes. gitarist bir yudum aldığı birayı yutmadan duraksadı. sanki yutkunsa boğazının sesi yankılanacaktı mekanda. sonra arka masadaki kadın alkışlamaya başladı, sonra diğerleri. gitarist ağzındaki birayı yuttu. mete’nin yüzünde az önceki kaygı dolu ifade kahkaha dolu mutluluğa yerin bıraktı. son şiiri okumadı olcay. ‘’bu türküyü birlikte söyleyelim’’ dedi ve mırıldanmaya başladı. ‘’ bir ay doğar ilk akşamdan, geceden…’’ gitarist türküyü anımsayıp eşlik etti olcay’a, ardından içerideki herkes tek bir ağızdan söylemeye başladı… ‘’uyan uyan yar sinene sar beni…’’ olcay ve gitarist sahneden indikleri halde içerideki müşteriler hala masalarında oturuyorlardı. kendi aralarında ne konuşuyorlardı, beğenmişler miydi? yoksa bir daha gelmeyecekler miydi? bilmiyordu olcay ama umursamıyordu da. mete yanlarına gelip oturdu. ‘’ne yaptınız oğlum siz? büyülediniz herkesi. yarın gece yeniden geliyorsun olcay!...’’ ‘’patron, sadece denemek için haftada bir gece olacaktı. neden yarın?’’ ‘’denemeyi geçtin lan. baksana herkes hala sipariş veriyor kimse kalkmıyor. şimdi sahneye çıkıp yarın gece devam edeceğinizi söyleyin!’ olcay gitaristle göz göze geldi. onun için fark etmiyordu zaten hafta sonu iki hatta üç gece sahneye çıkıyordu. gitarist olur der gibi gözlerini açıp kapatınca, ‘’tamam’’ dedi olcay gitariste doğru.’’şimdi çık yarın gece yine buradayız de!’’ gitarist denileni yaptı. masalar yavaş yavaş boşaldı. neredeyse herkes çıkmadan önce olcay’ın yanına gelip onu takdir ettiklerini söylediler. bazıları kitaplarının nerede satıldığını sordu. nazik bir şekilde soruları geçiştirip, sadece burada olacağını söyledi. herkes gittikten sonra garsonlar mekanı temizlemeye başladığında olcay izin isteyip ayağa kalktı. mete garsonlardan birni yanına çağırıp kulağına bir şeyler fısıldadı. olcay kapıdan çıkarken garson durdurdu. ‘’abi, bunu patron verdi…’’ olcay kendisine uzatılan poşeti alıp içindeki şişeyi kolunun altına sıkıştırıp dışarı çıktı. aklında tek bir şey vardı. gülperi seslenecek miydi? adımlarını yavaşlattı. arkasına dönüp bakmak istedi ama yapmadı. biraz daha yavaşladı. duracak gibi oldu. kimse seslenmedi arkasından. yalnızdı. sağ kolunun altında viski şişesi, sol kolunun altında başka bir kol yok. hızlandı adımları. az önce aldığı o tüm takdirler, beğeniler, alkışlar boşluğunda kayboldu gecenin. yalnızdı. gülperi yoktu. sesi yoktu kulaklarında, kolu yoktu sol kolunun altında. buz gibi bir eve gidecek, buz gibi bir yatağa yalnız girecekti. buz gibiydi yalnızlık. bunca yıldan sonra bile alışılmıyordu.
    ... diğer entiriler ...