bugün
yenile

    kayıt zamanı şimdi...

    3
    +
    -entiri.verilen_downvote
    bölüm-4 1 hafta önce ‘’olcay bey, taslağınızı editör arkadaşlarımız inceledi. ama siz de takdir edersiniz ki romanınızda işlediğiniz konu pek popüler bir konu değil. evet mitolojik efsanelerdeki tanrıları günümüz sosyal medya fenomenlerine benzetiyor olmanız, mitolojik olaylarla bugün yaşanılanlara göndermeler yapmanız bir yere kadar ilgi çekiyor. ama bahsettiğiniz bazı konular, nasıl en doğru şekilde açıklayabilirim bilmiyorum ama biraz şey gibi... ‘’adam gözlüğünü çıkarıp önündeki dosyanın üzerine bıraktıktan sonra konuşmasına devam etmek için derin bir nefes aldığı sırada olcay araya girdi: ‘’açık konuşun lütfen, ikimizde bir çok şeyin farkında olacak yaştayız ve farkında olacak kadar ülkenin gerçeklerine hakimiz!’’kaçıncı defa romanının red edildiğini artık bilmiyordu ama saçma sapan bahaneler duymaktan, insanların karşısına oturup onu kırmamaya çalışırmış gibi davranmalarından artık midesi bulanıyordu. ‘’bahsettiğiniz, daha doğrusu anlattığınız bazı konular günümüzde yaşananlarla benzerlik taşıyor.’’ ‘’yani!’’ adam az önce çıkardığı gözlüğünü yeniden takarak gözlerini olcay’ın üzerine dikip konuşmasına devam etti: ‘’yanisi şöyle, editörümüzün not düştüğü konularla ilgili değişiklik yapıp biraz daha mistik hava katarsanız, ne bileyim mesela doğaüstü olaylardan falan bahsedip gerilim ya da korku temalı anlatımlarda bulunursanız kitabınızı yayınlayabiliriz.’’ olcay sinirlerine hakim olamadığını hissetti. ellerini birleştiriyor, parmaklarını eğip büküyor, canı yanınca duruyor yeniden başlıyordu ta ki parmaklarının eklem yerlerinden sesler gelene dek. ‘’evet editörünüzün düştüğü notları inceledim, bana diyorsunuz ki günümüzde nüfuz sahibi insanların ayaklarına basmayacak, etliye sütlüye dokunmayacak masallar anlatmamı istiyorsunuz!’’ ‘’bakın çok zengin ve akıcı bir diliniz var, anlatımlarınız, tasvirleriniz neredeyse mükemmel, okuyucuyu avucuna alıyor ama takdir edersiniz ki böylesine etkileyici bir dille yazmanız ister istemez okuyanların akıllarında soru işaretleri uyandıracaktır.’’ ‘’koyunları uyandırmadığım sürece sorun yok diyorsunuz?’’ ‘’lütfen, en nihayetinde ticari bir kaygı bu. yayınevi politikamız gereği bazı konularda hassas olmamız gerekiyor.’’ ‘’i̇ktidara yakın olduğunuz için böyle davranıyorsunuz! yarın başka bir iktidar gelince bundan önce yayınladıklarınızı ne yapacaksınız?’’ i̇şler çığırından çıkıyordu artık. daha fazla tartışmanın anlamsız olduğunu düşündü adam. neden bir elektronik posta atıp kabul edilmediğini söylememişti ki. olcay’ın haklı olduğunu biliyordu. bir gün ülkenin siyasi yapısı değişecek olursa en çok satan kitaplardan biri olabilirdi. ama şu an daha fazla devam etmemesi gerektiğini biliyordu. önündeki taslağı olcay’a doğru sürükledi masanın üzerinde. ‘’olcay bey konumuz bu değil. neyse, editörlerimizin tavsiyeleri doğrultusunda düzenlemeler yaparak eserinizi getirirseniz yeniden incelemeye alabiliriz. şimdilik bu kadar.’’ ‘’aslında şöyle yapalım, siz iktidarı yalamak için nasıl bir roman istiyorsunuz onu açıkça söyleyin, ben de kelimelerimi hizmetinize sunayım!’’ ‘’i̇yi günler olcay bey!’’ masanın üzerinde duran dosyasını eline alıp arkasına bile bakmadan cam kapıyı çarpıp çıktı odadan. bu görüştüğü altıncı yayıneviydi ve neredeyse hepsinden aynı tepkiyi almıştı. i̇ki yıl çalışıp araştırmalar yapıp ortaya çıkardığı roman, birilerini rahatsız edeceği düşüncesiyle sürekli ret ediliyordu. yayınevlerinden sadece bir tanesi kabul etmişti kitabı basmayı ama onlarda iktidara muhaliflerin düzenlediği birkaç konferansta konuşmacı olmayı kabul etmesi şartıyla. oysa ne kitabı yazmadan önce ne yazarken ne de şimdi siyasetle hiç bir ilgisi yoktu. tek derdi yazmaktı, aklındaki kelimelerden kurtulmak için yazıyordu her zaman. birilerine yaranmak ya da birilerini yermek için değil. anlayamıyordu insanların onu kategorize edip sınıflandırmaya tabi tutmaya çabasını asla anlayamayacaktı... yayınevinin bulunduğu binadan çıktığı anda telefonu çalmaya başladı. ekrandaki numara tanıdıktı. son bir haftadır sürekli arayan, borcu olduğu bankalardan biriydi bu. borcunu ödeyebilmek için yeni bir kredi çekmiş ama onu da ödeyemeyince sürekli aramaya başlamıştı bankalar. yarı zamanlı çalıştığı işler dışında bir işi yoktu ve kazandığı ancak karnını doyurmaya yetiyordu ama artık dibe vurduğunu hissediyordu. artık yazmayı bırakıp bir işe girip çalışmalıydı. yazmayan bir olcay? bunu düşünemiyordu bile. son bir ay içinde bulabildiği en iyi iş, bir barda garsonluktu. öğleden sonra saat altıda başlayıp gece ikide biten. borçlarını ödeyemeyecekti belki ama en azından bir kaç ay zaman kazandırabilirdi ona kitabını yayınlatana kadar... otobüs durağına geldiğinde panoda yazan, oradan geçen otobüs hatlarını inceledi. bir tanesi çalıştığı barın olduğu semtten geçiyordu. oturup beklemeye başladı. beklerken yanına elinde bir demet kırmızı gül taşıyan en fazla yirmili yaşlarında bir genç geldi. durağın diğer tarafına elinde o günlerin en moda giyim firmalarından birinin poşetini taşıyan aynı yaşlarda bir kız. genç adamın telefonu çaldı. telefonu ilk açtığında söylediklerini duyabiliyordu ama bir kaç dakika sonra sanki fısıltıya dönen sesi rüzgârın ve geçip giden araçların motor gürültülerinin uğultusunda kayboldu. telefonu kapattığında gencin yüzüyle birlikte elinde taşıdığı güllerinde renginin solduğu hissetti bir an. az önce yukarıya bakan çiçekler telefonun cebe konmasıyla birlikte yere eğilmişti sanki. durağın diğer tarafında beklemekte olan kız tüm bu olan bitenden habersiz durağa yanaşan otobüslerin tabelalarını okumaya çalışır gibi gözlerini kısıp açıyordu.. sadece genç adam ve onu izleyen olcay farkındaydı olan bitenin. ayağa kalkıp genç adama yaklaştı. ‘’ateşin var mı arkadaşım?’’ mümkün olduğunca göz göze gelmemeye çalışarak. genç adam ceplerini yoklayıp çakmağını çıkardığı an da olcay ‘’bir dakika’’ diyerek kızın yanına gitti genç adamın şaşkın bakışları altında. olcay kıza, genç adamın duyamadığı bir şeyler söylerken kız omzunda asılı duran çantasını açıp bir paket sigara çıkartıp içinden bir tanesini olcay'a verdi. sigarayı alıp genç adamın yanına geri geldi olcay. genç adam şaşkınlığın etkisinden kurtulup çakmağını ateşleyip sigarayı yaktı. o anda kızın da az önce kendisinin yaşadığı şaşkınlıkla kendisine baktığını fark edip, ne olduğunu bilmediğini ima eder gibi alt dudağını büküp başını hafifçe iki yana sallarken, kız gülümsedi. olcay sakin bir şekilde genç adamın yanında durarak sigarasını içmeye başladı durağa yanaşan otobüslere dikkatini vererek. bir kaç dakika sonra beklediği otobüs gelince kızı yanına çağırıp yarım sigarasın kıza verip otobüse binmek için duraktan dışarı çıktı. kız kendisine bir emir verilmiş gibi olcay'ın yanına gelip sigarayı aldı ve öylece bakakaldı arkasından, genç adamın yanındaydı artık. ‘’ne tuhaf adam!’’ dedi kız, hala gülümsüyordu. ‘’evet, benden ateş isteyince kendi sigarası var sandım ama gidip sizden sigara istedi. oysa sigarayı da benden isteyebilirdi.’’ ‘’ben de sigara isteyince dilenci ya da tinerci sandım bir an ürktüm, çünkü sizin yanınıza geldiğini fark ettim önce, sonra yanıma gelince sizin terslediğinizi düşündüm.’’ konuşurken arada genç adamın yüzüne bakıyor sonra başını çeviriyordu kız. ‘’hayır, benden ateş istedi, ben çakmağımı çıkartınca sizin yanınıza gitti. tuhafmış gerçekten.’’ kızın gözlerinin içindeki pırıltıyı fark etmemek elinde değildi genç adamın. kendisine göre kısa boylu, minyon tipli kızın onun yüzüne bakmak için hafifçe başını yukarı kaldırması ve sonra önüne eğmesi öyle hoşuna gitmişti ki. kızın bir an dikkatini yaklaşan bir otobüse verdiğini gördü. ‘’evet, pardon benim otobüsüm geldi, size iyi günler.’’ genç adam hızlı adımlarla kızın uzaklaşmasını izlerken durağa yanaşan otobüsün tabelası gözüne çarptı. o an hangi duyguyla hareket ettiğini asla bilemeyecekti. tek aklından geçen o kızın yanında bir süre daha kalmak istediğiydi. çok istersen olur muydu gerçekten sorusuna bir cevap gibiydi durağa yanaşınca durup kapılarını açan otobüs. ‘’pardon! bu otobüse mi bineceksiniz?’’ ‘’evet?’’ ‘’ben de öyle, yani başka bir otobüse binecektim ama gerek kalmadı.’’ ‘gerek kalmadı…’ kız bu iki kelimeyi duyduğu anda arkasında bekleyenlerin geçmesi otobüsün kapısının önünden kenara çekilip; ‘’oysa güzel çiçeklermiş, sahibine ulaşmayacağı için üzülmüş olmalılar, böyle boyunlarını yere eğdiklerine göre...’’ ‘’belki gerçek sahibini arıyorlardır...’’ genç adam daha önce de hissetmişti göğsünün arasında her saniye daha hızlı çarpan kalbin içinden geçen kanın damarlarına yayılırken hissettiği sıcaklığı. düşünmeden konuşuyordu. konuştuktan sonra da düşünmek istemiyor sadece dilinin ucuna gelen her kelimeyi seslendiriyordu. ‘’nasıl yani?’’ diyerek merakla sordu kız, yol verdiği yolculardan sonuncusu da binerken otobüse. ‘’lütfen önce siz buyurun.’’ genç adam otobüsün kapısının yanına kadar gelmiş sağ elini hafifçe yol gösterir gibi hareket ettirmişti. ‘’teşekkür ederim.’’ otobüsteki tüm koltuklar dolmuş, ayakta da birkaç kişi vardı. arka taraflarda boş bir yere doğru ilerlediler, kız önde genç adam arkada. durdukları yerde kız sırtını cama yaslayıp yüzünü döndü genç adama. ‘’otobüse binmeden önce ne demek istediniz anlayamadım?’’ muzipçe gülümsedi önce genç adam, sonra bu muziplik düşüncesinden utanırcasına bakışlarını kızın gözlerinden ayırıp elinde tuttuğu çiçeklere çevirdi.‘’bakın, çiçekler boynunu bükmekten vazgeçtiler.’’ ‘’evet,’’ dedi kız gülümsemesi biraz daha yayılırken dudaklarına sesindeki coşku da artmıştı. ‘’daha parlaklar şimdi!’’ oysa birkaç dakika gökyüzünü saran bulutlar aralanmış, güneş olanca parlaklığıyla kırmızı yaprakları uyandırmıştı sadece. ‘’buyurun, sizin almanızı istiyorum.’’ kız mahcup olduğunu hissetti. yanakları kızarmış mıydı? yüzünün yandığı dışarıdan görünüyor muydu? ellerini nereye koyacağını bilemedi. önce ceketinin ceplerine soktu sonra çıkarıp çiçeklere doğru uzatmak isterken duraksayıp avuçlarını açıp hafifçe salladı. ‘’hayır, hayır teşekkür ederim ama bunu kabul edemem.’’ ‘’eğer kabul etmezseniz bu çiçekleri bir çöp kutusuna gömmek zorunda kalacağım, üstelik yaraşır bir cenaze töreni bile düzenlemeden.’’ bu defa seslendirdiği kelimelerin haddini aşıp aşmadığını merak etti. ne demişti? i̇çinden tekrarladı genç adam, ‘’… üstelik yaraşır bir cenaze töreni bile düzenlemeden…’’ sonra yeniden… ‘’bu çiçekleri kime aldığınızı bilmiyorum ama bana almadığınızı biliyorum.’’ kızın konuşmasına devam etmesine izin vermedi genç adam. ‘’adım yusuf, 25 yaşındayım, bir teknoloji mağazasında çalışıyorum, üzerine fiyat etiketi koyabileceğin her şeyi satabilecek kadar çok kendime güveniyorum. bu çiçekler ücretsiz!’’ bu da neydi şimdi? ‘çiçekler ücretsiz!’ az önce kızın yanaklarında gördüğü kızarıklık kendi yüzünde de anlaşılıyor muydu o an? ‘’adım hilal, her ne kadar adınızı yaşınızı ve mesleğinizi az önce öğrenmiş olsam da yabancılardan bir hediye alma konusunda katı kurallarım vardır.’’ ‘’o halde bu çiçeklerin cenaze merasimi olmadan bir çöp kutusuna atılmasının sorumluluğu size ait, nasıl isterseniz.’’ yusuf’un sesindeki ukalalık ve kendini beğenmişlik, aşırı özgüven hali hoşuna gitmişti. bir yanı bu otobüs yolculuğu bittikten sonra bir daha asla görüşmeyeceğini ve anın tadını çıkarmasını söylerken diğer yanı neden bitsin ki diye soruyordu durmadan. geçmişinden gelen bir ses ise, ‘nazikçe mesafe koy arana ve kafanda gereksiz kurgulara kapılma!’ diye uyardı onu. sadece akışına bırakmaya karar verdi. ‘’bundan sonra bir kadınla tanışırken ukala olduğunuzu da belirtmeniz gerekiyor, yoksa sizi hile yapmakla suçlayabilirler, şimdi benim yapabileceğim gibi.’’ ‘’daha önce işlediğim hiç bir suçta vicdanım bu kadar rahat olmamıştı...’’ .......... olcay çalışacağı barın önüne geldiğinde daha bir saat vardı mesaisinin başlamasına. personellere ayrılmış barın arka tarafındaki bölmeye gidip elindeki dosyayı bırakıp ön yüzünde barın isminin yazılığı olduğu önlüğü giydi. henüz kimse yoktu mekanda. masaların tozunu alıp tabureleri düzeltti. daha çalışmaya başlayalı bir ay bile olmamış ama sıkılmıştı. ‘sipariş verecekler getireceğim. masa boşaldığı zaman temizleyip yeni müşteriler için hazırlayacağım. herkes gidince ortalığı temizleyeceğim.’ bu rutin düşünceler arasında ilk müşteriler gelmeye başladı. güler yüzle karşıladı onları. her birini istedikleri yerlere oturtup siparişlerini aldı. bir süre sonra omzunda asılı gitarıyla en fazla yirmi yaşlarında bir çocuk içeri girip sahneye doğru yöneldi. başıyla hafifçe garsonları selamladıktan sonra, omzundaki gitarı sahnenin köşesine bırakıp ses sisteminde gerekli ayarlamaları yapıp şarkı söylemeye başladı. i̇lerleyen saatlerde mekan neredeyse tamamen dolmuştu. başını hangi tarafa çevirse boşalan bardaklarını doldurmasını isteyenlerle göz göze geliyor isteklerini yerine getiriyordu olcay. kandaki alkol miktarının artmasıyla birlikte hem mekândakilerin hem de şarkıcının keyfi yerine gelmiş, doğal bir koro oluşmuştu. hep bir ağızdan söylenen şarkılar, boşalan bardaklar, dolan bardaklar, ayağa kalkarken sallanan insanlar, oturduğu yerden sesinin çıktığı kadar şarkılara eşlik edenler -ki bazıları sessiz kalsa daha iyi olur-, barda durup önüne konan her bardağı dolduran barmen, kasada oturan hesap fişlerini kontrol eden kasiyer, alkolü fazla kaçırıp hesaba itiraz ettiği için yaka paça dışarı çıkarılanlar, bazı masalarda tek basına oturup, tek basına yan masalarda oturan karşı cinslerini süzenler, tüm bunlar arasında gidip gelen olcay... ortamın havası yoğun sigara dumanı ve alkol kokusuyla ağırlaştıkça iki uçta ki kapılar aynı açılıyor ve dışarıdaki serin temiz hava içeriye alınıyordu. saat iki olmak üzereydi. şarkıcı programını bitirip gitarını kılıfına yerleştirirken olcay’a işaret edip çıkmadan önce son bir bardak bira istedi. sadece iki masada bir kaç müşteri kalmıştı. olcay şarkıcının isteğini yerine getirdikten sonra diğer masaları temizlemeye ve tabureleri düzeltmeye başlamıştı bile. bar sahibi içeri girdi. kasanın yanına gelip kasiyerle konuşmaya başladığında olcay'la göz göze geldiler. ‘’olcay, biraz gelebilir misin, o işi başkası halleder. hem daha erken temizlik yapmak için.’’ bar sahibi olcay’ın cevap vermesini beklemeden sırtını döndü. ‘’buyrun mete bey.’’ ‘’gülperi, olcay bey'in hak edişini hesaplayıp verir misin?’’ kasanan arkasında oturan kız söyleneni anlayamamış gibi birkaç saniye duraksadıktan sonra personel kayıtlarını tuttukları kağıtları çıkardı bir çekmeceden. olcay önce mete’ye, sonra gülperi’ye baktıktan sonra kendini toparlayıp yeniden mete’ye döndü. ‘’anlamadım? yanlış bir şey mi yaptım? neden ücretimi ödüyorsunuz şimdi? daha ay başına bir kaç gün vardı.’’ ‘’bak olcay'cım, seninle sürekli çalışman konusunda anlaştığımızı biliyorum ama senin de gördüğün gibi hafta içleri neredeyse bomboş ortalık. sadece hafta sonları ya da tatillerde iş oluyor. sen yine hafta sonları gelip burada takıl ücretini al, hafta içi de başka bir iş bakarsın kendine. hem sen üzülme hem de biz üzülmeyelim öyle değil mi?’’ mete’nin yılışık ve rahat tavırları her zaman rahatsız etmişti olcay’ı ama o an daha da tiksindi adamdan. tamam, bu işi severek yapmıyordu ama mecburdu. i̇nsanlara sordukları zaman işsizim demeyi tercih ediyordu hatta ama yine de çalışmalıydı. ‘’bakın mete bey, zaten yarı zamanlı işleri bile zor bulabiliyorum ama bana sürekli bir iş gerekiyor. çok fazla borcum var, kısa süreli işlerde kazandığım ancak karnımı doyurmaya yetiyor. ‘’seni anlıyorum olcay'cım ama seni sürekli işe alırsam sigortanı yaptırmak vergi vermek durumunda kalacağız. sen de bizi anla, yorma gel iki kadeh içelim, otur dinlen biraz. ne içersin?’’ ‘’sadece bira...’’ ‘’tamam bize oradan iki bira verin, kızım sen hesapladın mı olcay bey'in ücretini? yarısı kadar daha ekle üzerine!’’ mete olcay’a bakmadan konuşuyor, arada bir salona dönüyor, etrafı inceliyor, diğer çalışanları izliyordu. ‘’teşekkür ederim ama hiç gerek yok buna. hak etmediğim hiç bir şeyi istemiyorum sizden.’’ ‘’olur mu öyle şey olcay'cım, eline sağlık geldiğin günden beri işini doğru düzgün yapıyorsun. bunu bir çeşit ikramiye olarak düşün. hem yeni olduğun için sana bahşişten pay da vermiyorlardır. onu da telafi etmiş oluruz. bu arada daha önce konuşamamıştık, senin bir mesleğin, bir uzmanlığın var mı?’’ ‘’hayır üniversiteyi yarıda bırakıp askere gittim, geldikten sonra da orada burada kısa süreli ilerde çalıştım hep.’’ önüne konan dış yüzeyi buğulanmış bardaktan büyük bir yudum alıp konuşmaya devam etti mete. ‘’hımm.. zor olmalı senin için. yaş da ilerledikten sonra insanın bir işi öğrenmesi kalıcı olması zor olur. ben de senin gibiydim. baktım bir iş yapamıyorum babamın da yardımıyla burayı açtım. beki bir gün sen de kendine bir yer açarsın ticarete atılırsın ne dersin?’’ olcay adamın ne yapmaya çalıştığını anlamıştı. aklı sıra bir süre konuşup, nasihatler verip kendi vicdanını rahatlatacaktı. bir an önce oradan ayrılmak için hızlı hızlı içmeye başladı birasını. ‘’bu zamanda parası ya da birikimi olmayanların iş kurma hayali bile kurması çok zor. o yüzden pek düşünmüyorum.’’ ‘’hadi canım bu kadar çatma kaşlarını, umutsuz olma. belki biriyle ortak olursun. hem üniversite de hangi bölümde okudun? oğlum! ordan birer bira daha ver ama soğuk olsun. ne bu böyle imamın abdest suyu gibi! müşterilere de böyle mi veriyorsunuz birayı?’’ diyerek hayıflandı mete. ‘’türk dili ve edebiyatı bölümünde okuyordum, üçüncü sınıfta bıraktım okulu bazı nedenlerden dolayı.’’ ‘’hımm…’’ mete’nin sanki o an sohbete önem veriyormuş gibi durup durup ‘hımm’ gibi sesler çıkması daha çok rahatsız etmeye başlamıştı olcay’ı. ‘’devam etme ya da bitirme şansın yok mu dışarıda falan?’’ ‘’az önce dediğiniz gibi bir yaştan sonra öğrenmek zor oluyor!’’ ‘’sen zeki bir adamsın biliyor musun? gülperi bahsetmişti geçen gün bir şeyler yazıyormuşsun. yazar olursun kitap falan yayınlarsın belki? ha ne dersin?’’ ‘’aslında bir roman yazdım ama yayınevleri tarafından kabul edilmedi.’’ ‘’bir ara okumak isterim. belki çevremdeki arkadaşlardan birinin tanıdığı yayınevi vardır onlarla konuşurum. en azından sanata katkımız olur ne dersin?’’ ‘eminim okursun!’ diye aklından geçirdi olcay. bu adamın yapmacık tavrı, insanlara yukarıdan bakması, sanki bir tanrı edasıyla etrafına iyilikler saçma çabası, önündeki bardağın boşaldığını gördü eline alınca. biraz fazla mı hızlı içmişti? kimin umurunda? ‘’bir bira daha alabilir miyim?’’ ‘’gel şöyle masaya geçelim.’’ derken bir elini olcay’ın omzuna atıp kendine doğru çekti ayağa kalkınca. ‘’oğlum bardaklar boşaldıkça doldur bekleme istememizi! başka neler yazarsın sadece roman mı?’’ ‘’kısa denemeler yazıyorum, anlık duygular ve düşünceler, kısa hikâyeler bazen şiir...’’ ‘’ne zamandır yazıyorsun?’’ mete’nin dikkatinin kendi üzerinde toplandığını hissetti olcay. aklından ne geçiyordu acaba, sorulara cevap vermeye devam etti birasını yudumlarken. ‘’uzun zamandır, hatırlamıyorum ne zaman yazmaya başladığımı.’’ ‘’vaay hatırlamadığın kadar uzun zamandır yazıyorsun ve şimdiye kadar seni kimse keşfedememiş. yazık. bak aklımda bir fikir var ama bugüne kadar hiç yapanı görmedim. sesin güzel mi?’’ ‘’güzel derken?’’ ‘’yok yav şarkı söylemek için değil, yani güzel şiir okuyabilir misin?’’ ‘’arkadaşlar bazı şiirlerimi güzel okuduğumu söylerler ama ben emin değilim.’’ ‘’peki, sadete geliyorum. burada şiir gecesi yapsak sen müşterilerin istediği şiirleri hatta kendi şiirlerini sahneye çıkıp müzik eşliğinde okusan?’’ mete birkaç saniye susup olcay’ın yüzünü inceledi dikkatle. ‘’evet işte bu! gözlerindeki ışıltıyı görmek istiyordum. kabul et güzel fikir değil mi?’’ ‘’emin olamadım. daha önce hiç topluluk karşısında şiir okumamıştım. biraz ürkütücü geliyor bana.’’ mete az önceki yılışık tavrından kurtulup oturuşunu düzelterek boğazını temizlemek için ökzürdükten sonra ciddi bir şekilde konuşmaya devam etti. ‘’bak açık konuşayım, istersem çok güzel sesli iyi şiir okuyan birilerini bulabilirim. ama mademki senin de paraya ihtiyacın var ve üstelik yazıyorsun sana bir fırsat vereceğim. denemek için hafta içi bir kaç gece gelip bir kaç saat okursun bakalım nasıl tepki alacağız müşterilerden. eğer tutarsa hafta sonuna alırız saatlerini, garsonluk yaparken aldığın paranın iki katını alırsın. üstelik program boyunca içtiğin içkilerin ve yemeklerin ücretleride bizden olur. ha! ne dersin? hadi şerefe kaldıralım!’’ önündeki bardağı kaldırıp mete’nin elindeki bardakla tokuşturuken duyduklarını anlama çalışıyordu olcay. şiir yazmak başka bir şeydi, okumak başka bir şey, ya onları sahneye çıkıp birilerinin karşısında okumak? ‘’bu konuda kendime pek güvenmiyorum. yazdığım şiirlerin bile güzel olduğunu sanmıyorum. o yüzden bilemiyorum.’’ ‘’canım sen de popüler şiirleri okursun. hani şu sosyal medyada sürekli sözleri dönen şairlerin yazarların. önemli olan güzel okuman, dinleyenleri mest etmen. anlıyor musun? i̇nsanlar şiirleri senden dinledikçe daha çok içmeliler, daha çok içince ne oluyor?’’ sık sık yapardı mete bunu. almak istedikleri cevaplar için, sorular sorar, insanları ikna etmek için kendi kendilerine konuştururdu. şimdi olcay’a yaptığı gibi. ‘’sarhoş?’’ ‘’evet o da var, sarhoş olmak için daha çok içiyorlar biz de kazanıyoruz. tamam, eğer bu fikrim tutarsa ve mekan dolarsa sana şimdi kazandığının üç katını ödeyeceğim.’’ ‘’bir şartım var!’’ ‘’şart?’’ mete bir yudum daha içmek için havaya kaldırdığı bardağı ‘şart’ kelimesini duyduğu anda yeniden masanın üzerine bıraktı. daha fazla mı para istiyordu? ‘’şiirler dışında her gece kendi yazdığım bir iki deneme yazısını ya da hikâyeyi de okumak istiyorum.’’ ‘’bu biraz sıkıcı olmaz mı?’’ mete sanki kafası karışmış ve bu karışıklığı sakallarını kaşıyarak düzeltebilecekmiş gibi parmaklarını çenesine götürüp ‘’yani insanlar masal dinlerken sıkılabilirler.’’ dedi. ‘’dediğiniz gibi deneriz. olmazsa zaten değiştiririz ya da vazgeçeriz.’’ ‘’sevdim seni olcay! demiştim akıllı adamsın. tamam, hadi şimdi bir deneme yapalım çık sahneye.’’ yumruğuyla olcay’ın omzuna hafif bir yumruk attı. ‘’şimdi mi?’’ ‘’evet hala içeride bir kaç müşteri var bakalım nasıl tepki verecekler. gerçi çoktan kafayı bulmuşlar ama olsun. hem görmüş oluruz.’’ ‘’yalnız, yanımda hiç şiirim yok.’’ dedi olcay geçerli bir mazeret bulmak ister gibi o an sahneye çıkmamak için. ‘’aklında da mı yok yazdıklarından?’’ ‘’hayır’’ ‘’nasıl bir şair kendi yazdığı şiiri aklında tutamaz ki?’’ mete’nin ses tonuna şüphe düşmüştü. o an aklındaki bu fikri paylaşmak için olcay’ın doğru adam olup olmadığını tartmaya başlamıştı kendi içinde. ‘’belki şair değilimdir.’’ ‘’gülperi! diz üstü bilgisayarı getirir misin? tamam, internetten kafana göre bir iki şiir bul çık sahneye, oğlum! olcay abinin sesine göre şu ses sitemini ayarlayın hemen, sakin bir müzikte bulun, bak ama sadece müzik, söz olmasın! hadi bakalım olcay göreyim seni, ha biranı da al yanına...’’ bir komutan edasıyla etrafa emirler yağdırırken garsonlardan biri sahnenin arka tarafında duran ses sisteminin yanına doğru hareketlenmişti. olcay oturduğu yerden kalkınca hafifçe sallandığını hissetti. bir süre ayakta sabit durup başının dönmesi geçince yarısı dolu bira bardağını da alıp sahneye çıktı. her gece müzisyenin oturduğu yüksek koltuğa otururken gülperi diz üstü bilgisayarı notaların konduğu sehpaya bırakıp, olcay'a gülümseyip indi sahneden. olcay bilgisayarın internete bağlı olup olmadığını kontrol edip kendi blog sayfasına bağlanıp, eskiden yazdığı şiirlerden birini açtı. aynı anda ses sistemini ayarlayan çocuk olcay'dan mikrofona yaklaşıp konuşmasını istedi. olcay'ın ağzından çıkan ilk kelimeyle birlikte tiz bir ses bütün barı yalayıp geçti adeta. i̇çeride son kalan müşteriler bir an ayılmış gibi dikkatli bakışlarını olcay'ın üzerine çevirince utandığını hissetti. kan yüzüne baskı yapıyordu adeta. kalan birasını bir dikişte bitirdi sakinleşebilmek için. bira bardağını yere bırakırken garsonla göz göze gelip yeni bir bardak daha istediğini işaret etti. garson işareti görür görmez hızlı bir şekilde bira doldurup yanına getirdi. bir yudum daha aldıktan sonra olcay şiiri okumaya başladı. i̇lk bir kaç mısrada sesi az çıkınca ses sistemini ayarlayan çocuğun ikazıyla durdu. çocuktan tamam işaretini alınca en baştan okumaya başladı. sesi şimdi daha iyi duyuluyordu. okumaya devam ederken çocuk başka ayarlarda yapmıştı. artık sesi ona ait değilmiş gibi, hafif ekolu, biraz derinden gelmeye başladı. üzerindeki heyecanı atınca çalan müziği hissetmeye başladı içinde. müziğin temposuna uyarak sesini azaltıp arttırıyor, bazı kelimelerin üzerine vurgu yapıyor, bazı satırları nefesini tutarak okuyordu adeta. bazı mısralar arasında durup bir yudum bira alıyor, derin bir iç çekiyor öncekinden daha içli bir şekilde okumasına devam ediyordu. şiiri bitirene kadar bilgisayar ekranından ayırmamıştı gözlerini. sanki kendi odasında az önce seviştiği bir kadına okur gibi okumuştu. şiiri bitirip başını kaldırınca müşterilerle göz göze gelmişti. barın iki ayrı ucunda oturanlar ne zaman onun dibine kadar gelmişti ki? şiir bitmiş, olcay susmuş, müzik durmuş, aynı anda sanki zaman da durmuştu. ne müşteriler, ne mete ne de çalışanlar, hiçbiri hareket etmiyor büyülenmiş gibi ona bakıyorlardı. bir kaç saniyelik zaman durması herkesi sarmıştı. i̇lk kendine gelen kasada duran gülperi, yavaş ama kendinden emin bir şekilde alkışlamaya başlamış, ardından müşteriler, mete ve diğer personeller de alkışa katılmışlardı. kendini tuhaf hissetti. yerde duran bardağına doğru eğilip eline aldı. sonra doğrulup sahneden inecekti ki müşterilerin arasından sarhoş olduğu söylediği kelimelerin son heceleri yuvarlamasından anlaşılan kadın bir tane daha okumasını rica etti. kadının isteğinden sonra mete'yle baktığında onaylarcasına başını salladığını görünce yeniden yerine oturup başka bir şiirini açtı bilgisayar ekranında. ses sistemiyle ilgilenen çocuk bu defa bir piyano sonatı açtı. müzik çalmaya başladı. bir kaç saniye kendini müziğin sihirli kolları arasına bırakıp içine işlemesine izin verdikten sonra okumaya başladı. okudukça başka bir dünyanın içinde yol aldığını hissetti. hiçbir kaygının, acının, üzüntünün olmadığı, kendi dünyasının içinde kollarını açmış süzülüyordu adeta. bitirdiğinde daha önce olduğu gibi yine kimseden ses çıkmıyor herkes dikkatli gözlerle ona bakıyordu. bu defa başını kaldırmadan bir yudum aldı birasından. mete ayağa kalkıp müşterilere teşekkür ederken önümüzdeki günlerde şiir geceleri yapacaklarını açıkladı. artık kapanma zamanı geldiği için müşterilere hesap pusulalarının gönderilmesini istedi çalışanlardan. ‘’olcay'cım sen neymişsin böyle yaaaa!!! daha önce neden denemedik bunu. hepimizi mest ettin gerçekten. gülperi kızım! cumartesi gecesi gelecek olan şu şarkıcı kadın vardı ya, adı neydi? neyse, hani şu çok para isteyen kapris yapan, ona söyle bu hafta iptal. olcay bey çıkacak sahneye.’’ mete’nin sevinci hareketlerine yansımış, yeni keşfini kolunun altına almıştı bile. ‘’bak olcay'cım bu cumartesiye kadar sen düzenle şiirlerini, gelirsin buraya aynı az önce olduğu gibi okursun. bu defa yanında bizim gitarist çocuk da olur. birlikte kararlaştırırsınız, ne istiyorsan onu çalar. eminim çok iyi olacak!’’ ‘’peki deneme yazılarım ve hikayalerim?’’ diye çekinerek sordu olcay. ‘’eğer onları da bu kadar güzel okuyabiliyorsan, küfür etsen umurumda değil! yeter ki insanları büyüle! şimdi evine git dinlen biraz, oğlum! oradan bir şişe viski ver olcay abine, seninle güzel işler yapacağız olcay'cım...’’ mete olcay’ın sırtını sıvazladıktan sonra ayrıldı yanından. karşılık vermesine fırsat bırakmadan arkasını dönüp uzaklaştı. olcay siyah bir poşet içinde kendisine verilen viskiyi alıp diğer çalışanları başıyla selamlayıp dışarı çıktı. bu yaşadığı duruma sevinse mi üzülse mi emin olamıyordu bir türlü. para kazanıp rahatlayacak olma düşüncesinin yanında şiirleriyle insanları sarhoş etme düşüncesinin iyilik/kötülük hesaplaşması vicdanını rahatsız ediyordu. neden bazıları yazdıklarını beğenmiyor diye, beğenecek olanların okumasına engel oluyordu ki bu sistem? belki de yazdıklarını okuyanlar yakın çevresi olduğu için o kırılmasın diye çok beğendiklerini söylüyorlardı. zaten yıllardır açık olan blog sitesini takip eden sadece bir kaç kişi vardı. o halde yazdıkları, eserleri! onlara eserlerim diyemiyordu ki hala... kendini bir sanatçı, bir yazar, bir şair olarak bile görmüyordu. peki, az önce dinleyip onu çok beğenenler? sadece sarhoş oldukları için mi beğenmişlerdi? o halde cumartesi gecesi de insanlar sarhoş olunca çok beğeneceklerdi. evet, tam olarak buydu. yazdıklarını sadece sarhoşlar beğeniyordu. o halde o da sadece sarhoşlarla paylaşacaktı yazdıklarını. neden olmasın? kolunun altına sıkıştırdığı siyah poşete sarılı viski şişesini hissedip biraz daha içmek istedi o an. adımlarını hızlandırırken arkasından gelen bir sesle duraksadı. ‘’olcay abi!!’’ ‘’gülperi?’’ kız daha da hızlandırarak adımlarını yetişip koluna girdi olcay’ın. ‘’ne kadar hızlı yürüyorsun öyle, sana yetişeceğim diye nefes nefese kaldım!’’ ‘’afedersin farkında değildim. bir şey mi oldu? hesaplarda bir hata falan mı var?’’ ‘’hayır, bir şey yok. seninle yürümek istedim. çok güzeldi şiirlerin, sesin, okuma tarzın... tarif edemiyorum ama öyle içten ve nasıl deniyor?’’ ‘’i̇çine...’’ ‘’hah evet! içime...’’ ‘i̇çime…’ dediği anda utandı kız. aynı anda nasıl oluyor da olcay’ın kendini en iyi ifade edecek kelimeyi bulduğuna takılı kaldı aklı. ‘’özür dilerim senden, daha önce bahsetmiştin yazdığından hatta blog sayfanın adresini de almıştım ama ne yalan söyleyeyim, herkes blog sayfası açıyor herkes bir şeyler yazıyor artık. onlar gibi sanıp bakmamıştım. ama bu gece pişman oldum. eve gider gitmez hepsini okuyacağım.’’ ‘’teşekkür ederim gülperi, ama büyütülecek bir şey yok. öylesine yazılmış yazılar, şiirler işte. bu yüzden uykusuz kalma.’’ gülperi’nin kolunu koluyla göğsü arasında hissedince rahatsızlıkla karışık kanında alkolün verdiği cesaretle bir kadının yanında olması hoşuna gitti. ‘’saçmalama yaaa... ‘’ biraz daha sokuldu ‘olcay’ın koluna. ‘’mekandaki müşterileri görmedin mi? o kadar içtiler sen şiiri okurken hepsi ayıldılar ve yeniden sarhoş oldular. gerçekten harika okudun. hem mete kolay beğenen bir adam değil, cumartesi gecesine seni koyması ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. laf aramızda o şarkıcı kadını hiç sevmiyordum. burnu havada züppenin teki. yok onu istemem, yok bunu getirin, yok ses sistemi kötü, yok gitarist acemi... şarkı söyleyemiyorum demiyor da ona buna bok atıyor!’’ ‘’bilemiyorum, ben çok anlamam ama müşteriler eğleniyordu.’’ ‘’sarhoş olunca herkes eğlenir, ben çıkıp söylesem ben de eğlendiririm!’’ ‘’belki söylemelisin...’’ ‘’şaka yapıyorsun değil mi?’’ kızın hoşuna gitmişti sahneye çıkıp şarkı söyleme düşüncesi. ‘’hayır, ben de şiir okuyacağıma inanmıyordum. beğendiğine göre sen de bir gün şarkı söylersin.’’ ‘’sen çok özel bir insansın biliyorsun değil mi?’’ kızın hayalinin şarkı söylemek olup olmadığını bilmiyordu ama söylediğinin onu nasıl mutlu ettiğini sıcaklığından anlayabiliyordu. kolunu saran ince küçük parmakların üzerine elini koyarak: ‘’özel olmanın maddi karşılığı olmadığı sürece bu çok önemli değilmiş gibi geliyor artık.’’ dedikten sonra zoraki bir gülümseme belirdi dudaklarında. ‘’amaaann abi, biraz kendini sev, değer ver. her şey para değil!’’ diyerek olcay’ın kolundan biraz uzaklaştı kız. ‘’çok şey para, neyse, nerede oturuyorsun sen? seni bırakayım bu saatte yalnız gitme.’’ olcay dikkatini kızdan uzaklaştırıp yol boyunca park etmiş arabalar arasından bir taksi aramaya başladı gözleriyle. kız sanki bu anın gelmesini bekliyormuş gibi, yüzünde abartılı makyajı, yaşına göre daha ağır orta yaş üstü kadınların giyeceği türden bir elbise içinde komik görünmesine rağmen ne kadar ciddi olunabilirse o kadar ciddi bir şekilde, ‘’aslında, biraz da o yüzden seninle konuşmak istemiştim ama nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum...’’ ‘’nasıl yani? rahat ol, bir sorun mu var?’’ ‘’şey, abi sen yabancı değilsin. benimkiyle tartıştık biraz. daha doğrusu bildiğin kavga ettik. kovdu beni.’’ ‘’sen ailenle yaşamıyor muydun?’’ ‘’burada çalışmaya başlayınca babamla tartıştım o da beni evden kovdu. neyse uzun hikaye . yani kısaca bu gece gidecek bir yerim yok. acaba?’’ kızın bakışlarındaki masumluk, ellerini arkasında birleştirip iki yana hafifçe sallaması bedenini, ona hayır demesini zorlaştırsa da, sonuçta bir kadındı o ve bir süredir kimseyle görüşmediği aklına gelince duraksadı. mümkün olduğunca şefkat dolu bir ses tonuyla konuşmaya çalıştı olcay. ‘’bu pek iyi bir fikir gibi gelmedi bana. başka bir arkadaşın yok mu gidebileceğin?’’ ‘’yok, yani bu saatte kime gideyim ki? neyse bir otel de kalırım bu gecelik çok önemli değil.’’ kızın yaşadığı hayal kırıklığı hissedebiliyordu olcay, bunu anlamak için yüzüne bakmasına ya da başka ayrıntılara dikkat etmesine gerek yoktu. hafifçe kolunu havaya kaldırıp, yanına gelmesini ima eden bir işaret yaptı. ‘’olur mu öyle şey? saçmalama! ama şimdiden uyarayım seni, evim biraz dağınık ve pis olabilir. bir misafir beklemiyordum çünkü...’’
    ... diğer entiriler ...