“Aşı” kelimesinin içerisindeki “aş” Eski Türkçe’de “ek, perçin, kaynak” anlamına gelirmiş,
Haliyle “
aşılamak” da “onarmak” demek oluyor…
Atalarımız ne de güzel isim vermişler.
Hatta ecdadımız sadece güzel isim vermekle yetinmemiş, öyle de bir önem vermiş ki aşılama konusuna…
Örneğin:
Çiçek hastalığı (lütfen su çiçeği ile karıştırmayınız) 16. yüzyılda dünyayı kasıp kavururken ---
spoiler ---
Osmanlı çiçek hastalığına karşı modern aşının ilk prototipi diyebileceğimiz variolasyon yöntemiyle korunuyordu.
Ve dahi,
Edirne büyükelçisinin eşi Lady Montagu aracılığıyla bu yöntem Avrupa’ya öğretildi.
Edward Jenner 1801’de ilk modern aşıyı bulduktan hepi topu 3 yıl sonra İstanbul’da da üretime başlanmıştı.
Zorunlu aşı uygulamasına dair dünyanın ilk kanunu 1885 yılında yine bu topraklarda çıkarılmıştı.
Peki ya
kuduz aşısının Louis Pasteur tarafından Sultan Abdülhamid’in finansal ve lojistik destekleri sayesinde keşfedilmesine ne demeli?
Kuduz aşısının keşfinden 2 yıl sonra onu da İstanbul’da üretebiliyorduk…
Veteriner Hekim Mustafa Adil 1800’lerin sonunda yerli ve milli difteri serumu, sığır vebası serumu, kızıl serumu, tifo, kolera, dizanteri ve veba aşılarını üretiyordu…
Genç Cumhuriyet döneminde de aynı önem ve ihtimam devam ettirilerek verem çiçek, tetanos, difteri, kolera, boğmaca, kuduz, şarbon ve dahi grip aşısı üretebiliyorduk.
En iyisi Ziya Paşa’nın bir beyiti ile sonlandıralım bu yazıyı:
Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr,
Katır mühürdar oldu eşek defterdar!!!