hakkında mersiyeler dizmeye kalksam buradan stratosfere kadar yol döşenecek olan film.
fakat hiç de öyle uzun uzadıya bir şeyler yazacak havamda olmadığımdan "keşke" temalı birkaç şey söyleyip daha kestirmeden gitmek istiyorum.
aslında diyeceklerim sadece bu filmi baz almıyor. ancak konuyla alakalı aklıma gelen ilk materyalin bu film olması, şu an bu başlıkta olmama sebeptir. neyse. diyeceklerime gelirsek;
fazla mı detaycı düşünüyorum bilmiyorum ama bilindiği gibi şöyle bir olay var; avrupa'lılar amerika kıtasını keşfettikten sonra, yeni fırsatlarından istifade ederek yeni hayatlar kurmak ve avrupa'daki konumlarına nazaran çok daha zengin ve itibarlı olma hayalleriyle yeni kıtaya akın akın göç etmeye başlamışlar.
ee doğal olarak; yüzyıllardır çevrelerinde bulunup bünyelerinde barınan, üstelik sürekli kendini metanetlendirmeye eğilimli olan mikropları ve virüsleri de kendileriyle beraber amerika kıtasına aktarmışlar. kıtanın keşfiyle beraber amerika'ya avrupa menşeli olarak sadece insanlar gitmedi yani.
öte yanda kızılderili abilerde durum tam tersi. adamlar asırlardır dış dünyadan bağımsız olarak doğayla gül gibi geçinip yaşamlarını idare ettirmişler. bir hastalıkla karşılaşınca çözümünü alternatif tıpta aramışlar. adamlar buradaki kadar dişli bir hastalıkla karşılaşmamışlar ki, içlerinden bir (adaşım olan) pasteur çıkma gereği zuhur etsin.. aynı sebepten bünyeleri de bir yere kadar bağışıklık kazanmış. sonrası zaten hep aynı terane..
vaziyet böyleyken ve uzun çizmeli, beyaz gömlekli, püsküllü denizci şapkalı "beyaz" elemanlar gelince kimse neler olabileceğini haliyle kestirememiş. beyaz adam önce 1 şapka karşılığında 5 elmas almış. ardından elmas gibi madenlerin kokusunu almış. sonra sırasıyla; az evvel verdiği şapkayı, ardından adamın canını, en sonunda da az önce öldürdüğü adamın toprağını elinden almış..
tüm bunlar olurken beyaz adamın beraberinde getirdiği tüm biyolojik tehdit de yeni kıtaya yayılmış.. bu beyaz elemanlar soykırımın alası olan
kızılderili katliamı'nı yapmamış olsalardı, yine de kızılderili nüfusunun büyük bir kısmı zaten hastalıktan kırılırdı. -nitekim zaten öyle de olmuştur.-
durumun ciddiyetini şöyle bir örnekle izah etmek gerekirse; veba avrupa'ya uzakdoğu'dan gelmiştir. farelerden insanlara geçen bu hastalık, o dönemde batıl inançlardan ötürü kedilere yaşam hakkı sağlamayan avrupa nüfusunun yarısından fazlasını canından etmiştir.. (ne kadar da emsal bir olay..)
hatta yeri gelince "kitle imha silahı" olarak da kullanılmıştır. adamlar yüksek duvarlı surları aşmak yerine mancınık kullanarak düşmanlarına ölü fare ya da hastalık taşıyan et parçaları atıp kalenin kendinden düşmesini beklermişler.. (veba saçan mancılıkla icat oldu, mertlik bozuldu..)
her neyse. konunun filmle bağlantısına gelince; bildiğimiz gibi arif filmde 1 milyon yıl öncesine gidiyor. ve filmde
bu gibi sahneler hiç de az değil. taşo kendisinden 1 milyon yıl sonrasında yaşayan arif'in alnına baya baya yumuluyor.. herhangi bir hastalığım geçişi için aşırı elverişli bir durum değil mi? ben mikrop olsam direkt hücum marşıyla atağa kalkarım..
çok mu şey istiyorum bilemiyorum ama; filmde çağımıza özgü bir hastalığa kısacık da olsa yer verilseydi bence çok güzel bir ayrıntı olurdu. şimdi bana "üstüne de 350 gram tuzlu fıstık?" diyecekler olabilir. tamam haklısınız, lokomotifi komedi olan bir filmde ilmik ilmik mantık hatası aranmak yersiz olur. ama söz konusu cem yılmaz be abi.
bu yazıyı bu başlığa yazmamın sebebi de bu. benzer temaya sahip filmlere aynı eleştiriyi yapsam fuzuli kaçar. çünkü bahsettiğim şeyi yapmaya cem yılmaz kadar yakın değiller.
şöyle düşünelim; cem yılmaz bu dediğim şeyi yapabilir miydi? alasını yapardı.. sonuçta bunun gibi bir sahneyi çekmiş adamdan bahsediyoruz;
link ki bahsettiğim olay az evvel verdiğim linkteki sahne kadar(cık) olsa bile bana yeterdi. neyse.
(bkz: the end)