varlığıyla çocukluğumun ürkek tadını; yokluğuyla büyümemin gevrek acısını hissettiren tek sığınağım.
->
doksanların ortasından bir 5 temmuz günü
annem, babamı ilk kez gözleri dolu görmüş. ağlamadı ama ablana bakıp bakıp derin iç çektiğini hatırlarım, diyor hala daha. ablamı ilk kucağına aldığındaki yutkunuşunu da ilk çocuğunun ağzından ilk 'baba' kelimesini duyduğunu da unutamazlarmış annemle.
->
doksanların sonlarına yakın bir 10 kasım gecesi
"seneler sonra ilk kez babanı ağlarken görmüştüm. ebe, seni yanıma yatırınca baban eğilip seni kokladı. o zaman düştü gözündeki yaş" diyor annem. evlendiklerinden beri bir oğlu olmasını çok istiyormuş babam. annem anlattıkça kendimi görürüm babamda. o da sürekli bir anda sessizliği bölen hışımıyla durmadan aklındaki hayallerini anlatırmış anneme. sırıta sırıta dinletiyordu kendini, diyor. anlatırken kendinden geçiyormuş. o da yılların akılda kalan birikimleriyle hevesleniyormuş tabii.
neyse ben doğduğumda işte o gece nöbetteymiş babam. kastamonu'da sonbahar sert geçermiş önceleri. yağmur fırtına olur savururmuş etrafı. o fırtınada benim doğum haberimi alınca koştur koştur emniyetten çıkıp hastaneye gelmiş. gelirken polis şapkasını almış rüzgar. tabii şapka mı kalır akılda, herifin yıllardır beklediği haber gelmiş. harbiden çok sevinmiş babam benim doğduğuma. aklında olanları yapmanın hevesiyle büyütmek istemiş ama işte biliyor kendi bahtına çalınmış kara lekeyi.
anamın karnındayken 1 tane, 40'ım çıkmadan 1 tane, 3 aylıkken de 1 tane daha büyük deprem atlatmışız. herbirinde ayrı korkmuş bizimkiler. tabii korkuya ana yüreği dayanmaz. sütü kesilmiş annemin ben daha 4 aylıkken. mamayla, ek gıdayla derken hiç öyle içine sinerek besleyememiş anacığım beni. babam görmez mi bu durumu, onun da canı sıkılır elbet.
bu depremlerden en ağırı ben daha 3 aylıkken yaşadığımızmış. ben doğduktan sonra kastamonu'dan bingöl'e şark tayini çıkmış babamın. daha 1 buçuk aylığım. elde avuçta olan parayı da benim masrafıma harcayınca hayli bozulmuş bizim durumlar. annem 1 bebek bezini bana 3 - 4 defa yıkayıp giydirirmiş. yok çünkü nası alsın yeni bezi. bir de ben at gibi yerim. çocukken de öyleymişim. annem biberonu doldurur bana verirmiş, bitirince ağlamaya başlarmışım, yenisi gelene kadar. biberonun emziğini patlatmışlığım bile varmış. bu mideye para mı dayanır lan. üstüne bir de taşınma masrafı. üstüne bir de depremde evimiz yıkılınca hepten çökmüş bizimkiler. babamı bingöl'de bırakıp dedem bizi memlekete götürmüş. her şey böyle üst üste gelince annemin sütü kesilmiş işte.
ablam doğduğunda o zamanın parasıyla 150 bin liraya gidip fotoğraf makinesi almış babam. dünya kadar fotoğrafı var o yüzden ablamın. benim çok çok az. toplasam 10 tane çıkmıyor. çıkmaz çünkü depremde o makine de gitmiş. aralarından babamla olan en beğendiğimse
şu fotoğraf ))
böyle böyle birikmiş babamın içine beni ilgilenemeden büyütme burukluğu. bir de asabidir benim peder. çabuk parlar. polisliğin de getirdiği bir etkisi var tabii bunda. sonralardan çok pişman olsa da o patlama zamanlarında dövdüğü oluyormuş beni. hatırlarım, sağlam oturturdu :d
misal bir keresinde işten gelmişti. akşam yemeğini yer yemez kurtlar vadisi başlardı. hemen sofrayı toplar, çayı getirir, yerdeki minderlere serilirdik. neyse başladı vadi izliyoruz. biraz geç oldu yat dedi babam. bir dedi iki dedi derken ben yatağıma gidiyorum geliyorum vadiyi izliyorum. memati'den de gaz mı aldı naptıysa artık beni orada bi haşlamıştı hatırlıyorum. neyse ben geçtim içeri ağlaya ağlaya uyuyakalıyorum. sabaha karşı odada bir ses duydum. baktım peder sabah namazından sonra giymiş üniformalarını işe gidecek ama kaloriferin dibine oturmuş beni izliyor. uyandığımı görünce geldi yanıma yarım ağız bi özür diledi. "sen de hem dövüyorsun hem özür diliyorsun" dedim :d
aradan yıllar geçti. bir keresinde bir arkadaşına söylerken duydum: "bizim oğlana zamanında neremle vurdumsa oralarımda deri hastalığı duruyor" demişti. çok doktora gitti, çok hastaneye, çok ilaca başvurdu ama nafile. sahiden bundan sebep mi bilmiyorum ama kendi ağzıyla demişti bunu. deri hastalığı vardı, kururdu elleri ayakları hepten.
efendim ufak ufak büyüyorum ben bunlar yaşanırken. her yaz babam beni köye yolluyor. bi gidiyorum 3 - 4 ay yokum. babam geliyor sonra yanıma. biraz da onunla duruyorum. çıkıp geliyoruz sonra.
bir de ben balık tutmayı çok severim. yalan olmasın kendimi bildim bileli manyak gibi balık tutarım. ben deyim 10 sene siz deyin 13 - 15 sene. sürekli giderdim. sürekli ama. babaannem bu yüzden bana "senin yözünden ilalem bunun uşaaa delirmiş dicehler" deyip durur. yazı kışı fark etmez hani. güneşin alnında dururum saatlerce. neyse yine bir gün balığa giderken babama söyledim beraber gidelim diye. söz verdi bana benimle balığa gideceğine. o gün ekti beni, sonraki gün, o hafta, o ay, o sene derken yıllar geçti üstünden gitmedik hiç. bu da çok derin bi yara oluşturmuştur bende mesela. bilirim bir çocuğa söz verilince tutulması gerektiğini.
ben babamdan her iki türlü ucu da öğrendim aslında. nasıl baba olunacağından tut bir çocuğa neler yapılamayacağına kadar. annem bile fark etmişti aslında bendeki bu bilinci ve bana 3 şeye dair söz verdirdi zamanında; biri sigarayı ağzıma vurmayacağıma dairdi, diğeri evdeki işleri nasıl görüyorsam evlenince karıma da aynı şekilde yardımda bulunacağıma dairdi, diğeri de babamın kişiliğinden neler alıp neler almayacağıma dairdi.
çocukluğumda başlayan bu talihsiz büyüme refleksi gençliğimi de vurdu haliyle. lisede de aramızda yüzlerce kilometrenin olduğu bir ilde askeri liseyi okuyunca hepten koptu babamla beraber bir şeyler yapma olasılığımız. allah var yazları yine beraber çay çorba içmeye giderdik ama; bir insanın en derin yarası çocukluğunda gizlidir. üstüne merhem olmadı o lise zamanında yaptıklarımız.
->
19 ağustos 2016
tam 2 sene dolmuş birkaç gün önce. sorsanız ki nasıl geçti bu 2 sene diye, anlatmaya ne kelimelerimin ne de gücümün kaldığına inanmıyorum. allah biliyor nasıl geçtiğini. kastamonu rüzgarı gibi esip mi geçti yoksa babamın tokatları gibi delip mi geçti bilmiyorum.
babamdan gayrı yaralıyım, bunu biliyorum. bu yaranın üstünü çok şeyle kapatmaya çalıştım ilk zamanlar. yarayla alay eden yaralanmamışın diline düşmemek için açmadım bu yaramı kimseye. aylar boyu kimseye tek bir kelime etmedim üstünde. merak edenler oldu, anlatmadığım için güvenimden sual edenler oldu, kendince bir şeyler bulup ona inananlar oldu, bunların hepsinden bir şeyler çıkardım ben. insanoğluna yaranı açmayacakmışsın.
ya hiç elletmedim yaramı, göstermedim bu izi kimseye; ya da bulup merhem olmaya kalkışana fazla aldandım. bu iki ihtimal de yarama yara açtı zamanla. biliyordum kimseye güven olmaz. en fazla kendi menfaati bitene kadar dinler insan seni. fazlası ihtimalin ihtimalidir. ben de bu ihtimalden kaçarken tutulmuştum bir ihtimale.
kendileri deşip bulursa ne ala, sesim çıkmaz. sorgularla anlamaya çalışan olursa zaten alacakları tek 1 kelime yok. ben kendi isteğimle bu mekandan sadece 3 kişiye anlattım derdimi. üçü de istesin canımla beraber zaten.
tabii herkes bir şeyler öğreniyor babasından. kimisi babasıyla sınanıyor kimisi babasından sınanıyor. kendimi iki kefeye de sığdıramıyorum. bizimkisi farklı bir hikaye. bizim hikayemizin başlığında babamın "siz bunları hak etmediniz" haykırışlarıyla duvara attığı yumruklar var. bizim hikayemizin başında 7 yaşındaki çocuğun göz yaşları var. bizim hikayemizin başında da sonunda da çaresizlik var. diyor ya
birhan keskin; "çaresizlik ki kırk kir ile sıvanmıştır hikayemizde". o hesap.
tüm bunlardan sonra ne dersin diye sorarsanız da
canı içinde sağ derim. zaten ölümden gayrı ne düşerse kadere, çizgisi hep geçmekten yana. geçmeyen yaralar da oluyor elbet; izi kalan yaralar oluyor, kanadıkça tazelenen acılarımız oluyor. olsun. yazılmışsa yaşıyoruz da allah yanımıza bırakmasın bunca acıyı.
diyorum ya herkesin bir yarası vardır babasından. hatunla konuşurken de hep aynını diyor. normalde hep gülerek dinler beni, bir tek babamdan konuşunca düğümleniyormuş boğazı. annem de öyle. onun da bir babamdan gayrı geliyor suskunluğu.
bu suskunluklardan birike birike 2 senemizi doldurduk. daha nereye kadad dolar yahut dolduğu yerden nereye boşalır bilmiyoruz. yaşıyoruz emaneten. çektiğimiz nefeslerin istikameti sırra kademdir.
şimdi nasıl geçiyor, ne yapıyorum bunca şeyin ardında diye soruyorum kendime. kızıyorum da bazen hatta. çünkü üzülmem yahut kafaya takmam gereken şeyler belliyken hep bi başka sebep arar olmuşum bu yaranın üstünü örtmeye. oysa tam da buymuş bizim kaderimizin yazısı. olduğumuz da ederimiz de buymuş. ne anlatsak kelimemiz oraya varırmış, ne dinlesek anladığımızı oraya yorarmışız.
ne diyelim, ne denir. bugün bayram. 2 senedir tek bir tane bayramdan bayram hevesimi almadım ben. allah var evdekilere hiç aratmamaya çalıştım pederi. kapıdaki tokmağı çalma ritminden, araba sürerken ettiği laflara kadar babam oluverdim. kendimden çalıp babama verdim diyelim. bir yandan aratmazken birinin yokluğunu diğer yandan kendi yokluğumda kayboldum.
öyle işte. yine son sözümüz aynı;
canı içinde sağ.